Z.T. FUTBOL-SPOR
Futbol ve Sporun tarihiyle, güncel yorumları...
Hürriyet
5 Ocak 2015 Pazartesi
NE BİRİ YABANCI MI DEDİ?
Bu, bundan iki sene önce bir programda reklam arasında, bir futbolcuyla yaşadığım bir anıyla çok uyuşuyor. Demişti ki, ''siz yabancıları ne sanıyorsunuz? Adamlar bizden daha çok borusunu öttürüyor, sahaya çıkıp gol atıp show yapıyor, siz de bunu yiyorsunuz. Soyunma odasındaki tavırlarını bir görseniz.''
Buna karşılık veremesem de kendi içimden futbolun gol atmak dışında bir amacını olması gerçekten gerekli mi zaten diye düşünüyordum. Ya da soyunma odasındaki bu durumlar neden beni ilgilendirmeliydi?
Kabul edelim ki Türk futbolcusu kompleksten midir, yetersiz hissetmesinden midir bilinmez ''yabancı'' futbolcuları pek sevmez. Hatta belli gruplaşmalar halinde bazı takımlarda dışlama olayları da gerçekleşir. Bunun en büyük sebeblerinden biri Türk futbolcuların yerinin sağlamda olmasındandır. Onlarla çalışıp, başarmaya bile tenezzül etmezler. Onlar için yabancı futbolcuların gösterdiği 'mücadele' tamamen show amaçlıdır. Maçı kazandırması önemli mi canım!
Yabancı sınırlaması Avrupa futbolunda uzun zamandır olmayan bir şey. Çoğu ligde bu konuşulmuyor bile. Çünkü futbol globaldir. Milli bir bütünlük bekleyemezsiniz. Özellikle yeni dönem dünya düzeninde en çok küreselleşen olgulardan biri ''futbol'' olmuşken. Bu dünya farklı, Milli Takım gibi düşünmemek gerekli, keza bu sürecin Milli Takım içinde avantajlı olacağını düşünüyorum.
Öncelikle size yeni çıkan yabancı kurallarının minik bir bilgisini aktarayım;
- Takımlar 14 yabancı, 14 yerli oyuncu kadroada bulundurabilecekler.
- İstenilirse sahadaki 11 kişi de bu 14 kişi yabancı kontejyanından kullanılabilir.
- Kadroda 1 alt yapıdan gelen oyuncu zorunluluğu da bulunuyor.
- Başka ülkelerde Milli forma giyen göçmen futbolcular da yabancı kontejyanında yer alacak. (Örneğin; Veli Kavak vb.)
Kazandıracakları neler olabilir peki;
Öncelikle ilk paragrafta söylemek istediğim gibi, yerli futbolcuların, yabancı futbolcularla iş birliği yapmak zorunda olmaları belki de onlarla çalışmaya alışmalarına kapı açacaktır.
Tabii ki en önemli avantajı lig kalitesini yüksetmesi olacaktır. Yabancı futbolcuların oyun güçleri de yüksek olur, takımlar da bunu takiben yetenekli yabancıları alabilirlerse, lig çok daha keyifli olacaktır. Bu Yerli futbolcuların da mücadele etmesine neden oluşturacak bir durumdur. Herkesin forma almak için terlemesi önemlidir. Türk futbolunun kötü olmasının sebeblerinden birisi; yerli futbolcunun çalıştığı kadarını yeterli görüp, rekabet ortamında bulunmaması. Bu durum şimdi çok iyi bir düzene erişebilir.
Tükiye'de zaten uzun zamandır olan ''lig kalitesi'' sorunu artık tam anlamıyla tavan yapmış durumda. Ben, şahsen bu kararın özellikle bu mevcut durum nedeniyle alındığını düşünüyorum. Aniden değişen bu durum inanın bana lig kalitesinde çok yüksek farklılıklara neden olacak.
Bu rekabet ortamı Milli Takım'da oynayan yerli futbolcularımız içinde bir güç gösterisi ortamı olacağından, çalışmaya itecek, bu da performans olarak kırmızı-beyaz formaya da yansıyacaktır diye düşünüyorum. Aynı şekilde sadece yabancı futbolcuların oynama arzusunu değil, yerlilerin de çabasını niahyetinde göreceğiz. Belki şu göbekli, akşam kebap yemiş, antrenmana geç kalmış stilindeki futbolculardan da biraz biraz kurtuluruz diye küçük de olsa bir umut var içimde.
Her ne olursa olsun bu, sporcu disiplinine daha çok eğilen yerli futbolcular ve kaliteli yabancı futbolcuların birliğiyle harika maçlar bizi bekler. Bir sezonu boşuna harcamış zavallı bir lig var zaten ortada. Toparlanmaya başlamasını görmek için hepimiz sabırsızlanıyoruz. Umarım bu iyi bir adım olmuştur.
23 Ekim 2014 Perşembe
DEĞİŞMEYEN TEK ŞEY; FUTBOLUN PASLANMAZ İDOLLERİ
Fransız düşünür Albert Camus ‘Hayat ve ahlak hakkında
bildiğim her şeyi futboldan öğrendim’ demiş zamanında. Bunun bir çok sebebi
var; 22 tane toplum liderinin 90 dakika boyunca bizi eğitiyor oluşu mesela.
Futbol, bir çok anlamı barındırıyor
içinde. Bunca zaman boyunca da evrimleşerek, daha da yükselerek hegemonik bir
olgu halini almış. Coğrafyalara göre dereceleri değişse de, dünyanın hemen
hemen her yerinde sözü geçen bir güçten bahsediyoruz. İnsanları ayartan, hipnoz
eden ve çıldırtan bir oyundan.
‘Futbol
asla sadece futbol değildir’ derken, içindeki anlamları, yaptırım gücünü de
hesaplamış Simon Kuper. Barındırdığı hırsı, gücü, felsefeyi ve siyaseti de
düşünmüş. Dünyanın en büyük ekonomilerinden biri olan futbol sektörünün artık
sadece eğlence için bir araya gelinen bir spor olmadığını açıkça görmek mümkün.
Futbolun değişen şeklinin sadece trendler olmadığını, oyun
düzenleri olmadığını biliyoruz. Değişen adamlar ya da taktikler de değil. Bu
konuyla ilgili en güzel tesbiti Şenol Güneş yapmış zamanında: ‘Eskiden futbolu fakirler
oynar, zenginler seyrederdi. Şimdi ise zenginler oynuyor, fakirler seyrediyor.’
Ancak tüm bu değişimler bile tek bir konunun etkisini ve
gücünü farklılaştıramıyor. Futbolun, içinden herkes için idol çıkaran belki de
tek şey. Bazıları fikirleriyle etkiliyor, kimileri hızıyla, kimileri
getirdikleri yenilikler ya da attıkları gol sayılarıyla. Hatta yaşam tarzları,
karmaşık aşk hayatları veya kırmızı kartlarıyla karanlık idollerimiz de mevcut.
Nasıl olursa olsun, bu eğitmenlerin milyarları etkileyen auraları futbol
tarihinin en sonsuz ve güzel konularından birisi.
Dünya kupası tarihinde hepimizi heyecanlandıran,
kimilerimizin yaşı yetmediğinden videolarla büyülendiği siyah beyaz ya da
renkli onlarca hatta yüzlerce isim var geçmişten bugüne gelen. Ben zaman
aralıklarına göre 1940’lardan günümüze temsilen örnekler seçebildim ancak.
Dünyanın en önemli etkilerine ulaşmaya çalıştım. Bugün, bildiğimiz futbolun
mimari büyücüleri çekmeye çabaladım yanı başımıza.
İlk olarak pizzanın topraklarına
uçalım, gecikmeden. Yeni neslin canlı görmesinin ne yazık ki mümkün olmadığı,
ancak İtalya futbolu için bir efsane olan Giuseppe
Meazza bunlardan sadece birisi. 1910 doğumlu Milano’lu futbolcu hala daha
kırılamayan ilk sezon gol atma rekorunun sahibidir. Inter Milan taraftarı için
bir ikon, gerçek bir öncüdür. Onun en önemli özelliği, dünya futbolunda bir
yıldız olarak gündeme gelmeye başlayan ilklerden olması. Bu anlamda aslında
futbolcular üzerinde reklam sektörünü yaratan isimlerden. Hayatıyla,
tavırlarıyla, çocukların saçlarını onun gibi yapmayı seçtikleri isimlerden biri
olsa da, İtalya’nın ‘kötü’ çocuklarındandır. Maçlara bir kaç dakika kala
uyanarak, yetişme çabalarıyla da bilinen, bugünkü futbolcu profilinin çok
uzağında bir isimdir. Tabii uykusu açılmadan hat-trick yapabiliyor olması da
yetenek anlamında nasıl bir efsane olduğunun kanıtı. Dönemin Milli Takım Teknik
direktörü Vittorio Pozzo, Meazza’nın efsaneleşme nedenini çok basit bir
cümleyle açıklıyor; ‘Ona sahip olmak,
maça 1-0 önde başlamak gibiydi’.
Çizme’den karşılara, Güney
Amerika’ya gitmeden olmaz elbette. Brezilya’nın en favori efsanelerinden birine
gidelim. Pele’den önceye yani onun ikonu olmuş olan Thomaz Soares da Silva’ya
yani nam-ı diğer; Zizinho. 1939
yılında başladığı futbol hayatında Brezilya’nın şimdiye kadar gelmiş geçmiş en
mükemmel futbol ayaklarından biri Zizinho. Pele’nin durmadan dile getirdiği
haliyle, o gerçekten bütün bir paket gibi tüm özelliklere sahipti. Futbol
düzenini, sınırlarını genişleten, değiştiren unutulmaması gereken bir
oyuncuydu. Tüm pozisyonlarda oynamış olması bir yana, falsolu vuruşları ve
mütemadiyen dinmeyen hızıyla hala gözlerin önüne gelen bir estetiğe sahipti.
Brezilya’nın reklam ikonu olan Zizinho, buna rağmen Brezilya’nın 1950 Dünya
Kupası’nı 2-1 skorla Uruguay’a kaybetmelerinin suçlusu olarak da gösterilmiş.
Alnına dağlanan bir kaybediş, 80 yaşında kalp kriziyle hayata gözlerini yuman
efsanenin her zaman en büyük acısıymış. Bu karanlık ize rağmen Milan’da bir
gazetenin onu tasviri, tüm Brezilya halkı için bir tanımlama diyebiliriz;
‘Zizinho, Leonardo Da vinci gibi, Maracan’ın çerçevesi içinde, harika hareketleriyle
sanat yapıyordu.’
Hızla kuzeyin karlı tepelerine gidelim ozaman. Grinin
hakimiyet kurduğu, kurtların ayak izlerini bıraktığı ormanların mucizevi
kraliçesi Moskova’ya ya da o zaman dahil olduğu topluluk adıyla Sovyetler
Birliği’ne. Lev Yashin, nam-ı diğer
‘Kara Panter’ bir çok kalecinin öncülerinden biri. Futbol tarihinin gelmiş
geçmiş en iyi futbolcularından birisi olarak gösterilen eldiven, özellikle
akrobasinin kale korumadaki ihtiyacını ilan eden ilk isimdir. 1.89 boyundaki
dev adam, tüm özellikleri bir yana, en çok da imkansıza yakın kurtarışlarıyla
tanınır. En önemlisi de kalecilik
kurallarını koyan ve pozisyonu defansif anlamda tamamen değiştiren bir
yetenektir. ‘Yılın en iyi futbolcusu’
ödülünü almış olan tek kaleci olarak da akıllara kazınan altın eldiven, 1929
doğumlu. Sovyetler’in dağılmasından hemen önce gözlerini hayata yummuş, siyah
beyaz futbol sayfalarının yazdığı en sağlam karakterli isimlerden birisidir.
Ah, evet hepimiz sambacı kızlara bayılıyoruz, o zaman sanırım
sizi Güney Amerika’ya geri götürsem daha iyi olacak. Çünkü sambanın en
sansasyonel kadınlarından biriyle, kendi kötüleşen kariyerini birleştiren ama
yine de bir efsane olarak sarı - yeşil halkın idolü olacak olan Garrincha’yı yazıya konuk etmezsek ayıp
olur. Futbolun ayağına bu derece yakıştığı çok az adam vardır tarihte. Tüm
inişli çıkışlı yaşantısına rağmen, talihsiz ölümü ardında mezar taşı, bize onun
özünde nasıl biri olduğunu anlatır; ‘O çok tatlı bir çocuktu, kuşlarla
konuşurdu’. Evet, Brazilya’nın en iyi top süren isimlerinden birisidir. Üstelik
bacağındaki anatomik bozukluğa rağmen gelmiş geçmiş en başarılı sağ
açıklardandır. Ancak bir süre sonra bu bozukluk nedeniyle futbol oynayamamaya başlayan
yıldız, alkolik olarak, ne yazık ki sonunu getirecek olan siroza davetiye
çıkarmıştı. Güney Amerika’nın laneti olarak da gösterilen ‘umursamazlık’
Garrincha için de geçerlidir. Ancak tüm bu yıldızların ortak noktası bu olunca,
başarının yolunun da ‘sadece zevk almak’ kuralından geçtiğini gözden kaçırmamak
gerek.
Dünyaya büyülü topraklarından yüzlerce idol ve lider
futbolcu tanıtan fabrika Güney Amerika’da biraz daha kalıyoruz. Duruşunu ve
futbola olan düşkünlüğünü hiç bir zaman değiştirmeyen efsaneyi nasıl unuturuz? Pele, kendi nesliyle günümüze kadar
gelen tüm nesilleri futbolda bağlayan en önemli isim. Dünya tarihinde en çok
gol kralı olmuş, yaşayan en büyük efsane olan Brezilya’lı forvet, bir çok kişi
için, bir iş ‘nasıl yapılmalıdır?’ sorusunun cevabıdır: aşkla, tutkuyla ve
bıkmadan. Pele, tüm dünyada izlemek için dağlar delinen, geçitler açılan, denizler
kurutulan bir futbolcu. Siyah İnci, futbol hayatında bir efsaneydi evet ancak
onun bu tarafını devam ettiren aynı zamanda futboldan sonraki yaşamı da oldu.
UNESCO için savaş verdi ama en önemlisi de üretmekten hiç bıkmayan bir yazar,
barış elçisi, Brezilya halkının haklarını savunan bir aktivist olarak kaldı. Uyuşturucu
için başlattığı kampanyalar ve düzenli hayatıyla örnek olduğu koskoca bir
ülkeye ikon oldu. Herkes efsane olabilir ama bu şekilde kalmaya devam etmek,
yaşarken insan olmaya devam etmek de Pele’nin duruşunun güzelliği olsa gerek.
1957’ye gelelim ve Avrupa’nın
unutulduğu düşünülen ucuna, Lizbon’un karmaşık ülkesine Portekiz’e gözatalım. Benfica’nın en çok gol atan ismi; Eusebio. Kuşkusuz hızı ve güçlü
şutlarıyla herkesin hatırladığı bir isim. Portekiz’in çıkardığı gelmiş geçmiş
en özel futbolcu olarak gösterilen Mozambik asıllı forvet, çok yakın zamanda,
bu senenin 5 ocağında hayata gözlerini kapadı. 733 golle bütün zamanların en
iyi forvetleri arasında en üstlerde yer alan Eusebio, Benfica’nın zirve
dönemlerinin mimarlarından birisi hiç şüphesiz. Benfica ve Portekiz arasında
elçi olarak, futboldan sonra da köprü olmaya devam edecek olması da, onun
sadakat timsali bir insan olduğunun kanıtıdır.
Tabii futbol sistemlerinden birini
yaratan, kendi diliyle deniz seviyesinin altındaki topraklara gitmeden olmaz.
Hollanda değirmenleri bize karşı dönerken,
fikirleriyle hiç düşmeden ilerlemiş, futbola tarz ve taktik getirmiş,
düşünen adamlardan birini hatırlayalım şimdi; Johan Cruyff. Kendi adında özel
hareketini futbol lugatına sokabilen kaç futbolcu vardır ki? Cruyff dönüşü;
rakibi allak bullak eden ama her futbolcunun uygulayamayacağı incelikte etkili
bir harekettir. Tüm futbol hayatı boyunca çevikliği, çalımları ve herşeyden
önce estetiğiyle tanınırdı. Onun Avrupa’da ‘Yılın futbolcusu’ ödülünü alan ilk
Hollanda’lı oldğunu da belirtmek lazım. Cruyff still ve düşünce olarak futbol
tarihini etkilemiş olan en önemli isimler arasında geçer. Onun taktikleri
Arsene Wengen, Josep Guardiola gibi sürekli isimlerini duyduğumuz teknik
adamları da etkilemiştir. Ona göre bir futbol takımı, sabit kalmamalı. Her
oyuncunun kendi mevkii dışında da iş yapabiliyor olması gerekir. Alanının
çevresi geniş tutulmalı, rakibi şaşırtan hameleler yapılmalıdır. Hiç bir futbolcu
yeri doldurulamaz değildir. Her futbolcu ortasaha, forvet ya da defans olabilir,
olmalıdır. Bir takım olmanın yanı sıra, boşlukları doldurmanın, beklenmedik
anlarda sıkıntıya düşmenin önünü almanın tek yolunun bu olduğunu söylemiştir. Başta
da dediğim gibi; bazı insanlar düşünürler ve düşündüklerini akım haline
getirebilenler ekol yaratırlar. Cruyff hiç kuşkusuz en etkili idolerden birisi.
1964 senesinde devam edersek yolumuz
komşuya çıkar. Orta Avrupa’nın en keskin ülkesi Almanya’nın nağm-ı diğer
‘imparator’u Franz Beckenbauer de
özellikle libero mevkiine kazandırdığı yeni karakter ve modernize stiliyle tanınır.
Defanstan topla çıkışları ve sürati futbol taktikleri düzenini değiştiren
bambaşka bir tat olmuştur. Bu tarihten sonra gitgide hızlanan, süratlenen ve
güzelleşen futbolu izlememiz mümkün.
Hazır komşu demişken, en romantik
şehrin ülkesi Fransa’ya da uğramadan olmaz elbette. Michel Platini burada akla gelen ilk isim. Günümüzde onu UEFA’nın
başkanı olarak bolca duyuyoruz. 3 kez Avrupa’nın en iyi futbolcusu ödülünü art
arda kazanan ilk isim de Platini’dir. Platini futbolu bir spor olarak görebilen
mantelitesiyle, onu geliştirmek ve sevdirmek için çok emek vermiştir.
Fransa’nın şövalyesi, aynı zamanda döneminin en estetik oyuncularından da
birisidir. Üstün gol atma yeteneği, düşüşe geçmeden, jübilesine kadar onunla
olmaya devam etmiş. Yaptıkları, hem Fransa için hizmetleri hem de dünya futbolu
için katkıları nedeniyle, dünyanın gelmiş geçmiş en iyi ve önemli Fransız
futbolcusu olarak anılmaktadır.
Evet biliyorum biraz yaramazlık için
Avrupa’ya koca bir ara verip futbolun tanrılığını ilan ettiği topraklara geçmek
istiyorsunuz. Elbette ki Diego Maradona’yı
bir an önce anmak istiyoruz. Arjantin, Maradona’nın krallığını bağırdığı bir
ülke. Tüm eleştirmenlerce futbol tarihinin en iyisi olarak kabul görmüş ama bir
okadar da sansasyonel karakteriyle iki kez transfer ücreti rekoru kıran tek
futbolcudan bahsediyoruz. 2002 senesinde FIFA tarafından ‘yüzyılın futbolu’
seçilen golün ve tabii dedikoduların ardında skoru elde etmesiyle kaldığı
‘tanrını eli’ golüyle tarih sayfalarına kazınmıştır. Onu anlatmaya gerek var mıdır bilinmez ancak
ada futboluna transfer olmaktan son anda vazgeçen, İtalya’da, Napoli sayesinde
neredeyse Arjantin’deki kadar çok sahiplenilen, dünyanın bir dönem en çok
konuştuğu futbolcusu Maradona’yı futbol her zaman özlüyor sanki.
Kuzeye doğru çıkarsak, Dünya Kupası’yla
bağlantılı acı hikayeleri, karışıklıkta hiç bir ülkenin yarışamayacağı
atmosferi ve inatla ülkesinin adını temize çıkarmaya çabalayan Escobar
çocuklarının ülkesini hemen herkes hatırlayacaktır. Carlos Valderrama gelmiş geçmiş en iyi Kolombiya’lı futbolcudur.
Sapsarı kıvırcık saçları ve buna tezat olan bıyıklarıyla herkes için
karikatürleşen bir orta saha. Maç sırasında enerjisini tassarruf edebilen, çok
kıvrak bir zekaya sahip olduğu için, özellikle 1990’ların en çok taklit edilmeye yatkın futbolcularından
birisiydi. Santa Marta’daki heykeli, onun Kolombiya için ne kadar önemli olduğunun
kanıtıdır. Tam da arzuladığı gibi ülkesinin temiz yüzü olmayı başarmış,
dışarıya elinden geldiğince başarıyla topraklarını tanıtmıştır.
Artık daha çok hatırlamaya
başladığımız anılara, son Dünya Kupaları’nın kahramanlarına ve isimlerine doğru
ilerleyebiliriz. Mesela Balkanlar’ın Maradona’sı Gheorge Hagi, Pele’nin en iyi futbolcular listesine girmiş tek
Romanya’lıdır. Kendi ülkesinde bir
kahramandır, üstelik bizim için en tanıdık haliyle Galatasaray’da jübilesini
yapan orta saha, Türkiye için de gerçek bir idoldür. Yine Avrupa’da gelmiş
geçmiş en teknik oyuncu olarak bilinen, becerikli paslarıyla göz doldurmuş olan
Dennis Bergkamp da uçak fobisine
rağmen dünyayı dolaşmış, İngiliz futbolcuları tarafından dönem dönem yılın
futbolcusu olarak gösterilmiş bir forvettir. Hollanda’nın bilinen en önemli ve
zeki futbolcularından biriydi. Almanya dendiğinde akla kaledeki asil duruşuyla
her zaman ilk gelenlerden olan Oliver
Kahn’ı atlamak olmaz elbette. Art arda kazandığı ‘en iyi kaleci’ ödülleri
ve kale korumanın kurallarını yıkan tekniğiyle bir efsane oldu. 2002 Dünya
Kupası’nda en iyi oyuncu seçilmiş ve Altın Ayakkabı kazanmıştı. Almanya’nın
oturaklı düzeninin içinden çıkmış biri olarak, stresle mücadelesi her zaman örnek
alınmış bir karekterdi. Arjantin’in Maradona efsanesinin üzerine bir efsane
olmak her ne kadar imkansız gibi olsa da Gabriel
Batistuta, Arjantin Milli Takımı’nın en çok gol atan ismi olarak, bu konu
da oldukça iddialı bir adım atmış. 3 ayrı ligde gol krallığı var. 1998’de
Arjantin’in en iyi futbolcusu onurunu da kazanmıştı. Tabii şimdilerde sportif
direktör olan, bir dönemin yakışıklılığıyla gazetelerde en çok boy gösteren futbolcusu
Figo’yu da selamlamadan olmaz. Portekiz Milli Takımı’nın formasını en çok
giymiş futbolcu ünvanına sahiptir. Aynı zamanda 2001’de gerçekleşen Real Madrid
transferiyle dünyanın en değerli futbolcuları arasına da girmeyi başarmıştır.
Avrupayı hızla gezerken bir efsane,
futbol felsefecisi ve taktik ustası, gerçek lider Zinedine Zidane’a uğramak
şart. Fransa’nın, Cezayir asıllı efsanesi, dünyanın en çok resmedilen,
konuşulan, karakteriyle örnek alınan isimlerinden biridir. Üstelik oyun
kuruculuktaki yeteneği, takımdaki liderlik gücü hala daha örnek gösterilen, eşi
benzeri henüz gelmemiş, döneminin bu açıdan çığır açan son ayağıdır. Fransa’nın
bugün de ismini aşkla andığı gurur kaynağı Zidane, Cezayir için de aynı derece
de özeldir. Horozlar’ın 1998 senesinden itibaren farklı oynamaya başlamasının,
yeni bir düzen kazanmasının mimarıdır. Bir de, Zidane da, maçlarda kendine
hakim olamadığı anlar konusunda oldukça çömerttir.
Evet, kendine hakim olamama konusuna
gelirsek, aklımıza aynı toprakların adamı olan ama çoğumuzun Manchester United
ile tanıdığı Eric Cantona gelir elbette. Oyunculuk yaptığı için hala daha
çevremizde yüzünü gördüğümüz oyuncu, bir nevi anti kahraman da denilebilir. Ama
çoğu insan için tepkileri, rahatlatıcı, doğru ve dürüst olarak kabul edilir.
Her zaman mualif ve her zaman biraz daha isyankar olan yapısı onu hep fark edilir
yapmaya devam etti. 90’larda kırmızı şeytanların motivasyon kaynağı olarak da
kabul edilen bir ikon olmayı başarmıştı. Takımı güçlendiren, sürekli zorlayan
ve motive eden tavırları, takımını sahiplenme şekli sonrasında gelen tüm lider
futbolcular için bir nevi rehber niteliği taşır. Bu tavrı Manchester United
taraftarının, tartışmasız sahiplenişine neden olarak ona ‘Kral’ lakabını
verdirtmiştir. Oyun sitilinden çok, oyun içi karakteri ve takım bütünlüğü
yaratan düşünce tarzıyla efsaneleşmiş, idolleşmiştir. Eh, bu kadar asi olunca,
biraz disiplin sorunu da hemen ardından ister istemez gelmiş elbette.
Bu dönemin ardı bizim henüz futbolu
bıraktığına şahit olduğumuz, belki de hala oynayan, yeni gelen nesli içeriyor.
Yani Eric Cantona ile beraber, hem imaj hem de futbol dışında her alanda idol
olmuş olan David Beckham; dünyanın en iyi kalecileri arasında yerini almış olan
Buffon; yine yaşayan en iyi oyuncular arasında gösterilen, kusursuz disiplini
ve tekniğiyle Michael Ballack; ismini bizi de çok yakından tanıdığımız Nijerya’lı
cambaz Jay- Jay Okocha; tüm süreçlerini geçirmiş olan ve karmaşıklaşan futbol
sistemine, yeni falsolar dahil etmiş Brezilya’lı efsane Ronaldo; Portekiz’in
Figo’dan sonra var olan ikinci en büyük yıldızı olan Christiano Ronaldo;
Arjantin’in tanrısı futbolu, büyü olarak kullanan yeni efsanesi Messi; sakin çalımcı, usta
tekniğiyle izlemesi adeta zevk olan matador Iniesta; ukalalığı sevimli hale
getirmiş, kaplan gücündeki Ibrahimoviç ve hatta artık çok daha yeni nesli
başlatmış olan Neymar.
Bunlara eklenebilecek, geçmişe
dönük, daha genç ya da yaşlı; yaşayan ya da ölü onlarca, yüzlerce futbol
efsanesi var elbette. Ancak futbola yeni boyutlar kazandıran, ileriye götüren,
belki biraz daha karmaşıklaştıran, üstelik duymayı unuttuğumuz isimleri yazıya
konuk etmeyi tercih ettim. Yeni dönemler, yeni nesiller daha ne harika isimler
ve ayaklar getirecek bilemeyiz, ancak gencecik kadrolarıyla bu Dünya Kupası’nın
getirisini, dünyayı sallayan işleri yavaş yavaş duymaya başlayacağımza eminim.
Her zamanki gibi futbol çadırı olduğu sürece, içinde
birbirinden yetenekli ve şık cambazlar da var olmaya devam edecektir mutlaka.
Hayatı futbol gibi keyifle yaşayan
herkese selamlar.
Etiketler:
beckham,
cantona,
dergi,
ekol,
eric,
futbol,
futbolextra,
idol,
maradona,
meazza,
yazı,
zizinho,
zümrüt tanrıöven
21 Ekim 2014 Salı
FUTBOLUN EVRİMLEŞTİREN GÜÇLERİ: EKOLLER
‘Futbol basittir. Zor olan basit futbol oynamaktır’ diye
gerçek bir söz söylemiştir Cruyff. Gerçek olmasının sebebi, yaşamın her yerine
uyarlanabilmesindendir. Yani asıl anlamıyla basit olmak zor olandır. Var oluş için
artık neredeyse imkansızlaşan bir durumdur. Mesela basit olduğunda reklamlar
daha çok dikkat çeker, basit olduğunda bir hikaye daha güzel anlaşılır, basit
olduğunda bir film çok daha keyifli izlenir. Çünkü basitlik karşıdaki insanlara
daha çok geçer. Iletişimi kuvvetlendirir, bu yüzden de sonuca daha hızlı varır.
Cruyff’un da demek istediği budur. Basit oynarsanız, gerçekten temiz bir futbol
oynarsanız, her zaman kazanırsınız. Bu da neredeyse imkansızdır.
Ütopik ekol; temiz futboldur, ancak günümüzde bu
gerçekleştirilemediği için bu yazı da var olan, bildiğimiz ve dünyayı
değiştiren futbol ekollerini konuşacağım.
Herkese keyifli gelen futbol tarzı
da farklıdır. Bunu zamanında tartışan yazarların sonuca varması mümkün değildi,
sonuçlanamadı da. Kimisi sadece kazanmanın zevkini tercih eder, kimisi sürekli
kaleye çekilen şutları izlemek ister. Ya da bazıları mütemadiyen sahanın içinde
kısa mesafelerle dolaşan pasları izlemek isterken, kimisi savunma duvarına
çarpan topların dönüşünden keyif alır.
Önce yuvarlak bir oyuncakla, önüne gelenin koşturduğu bir
düzenden, futbol kurallarına dönüşen adayla başlıyoruz. Hepimizin bildiği gibi
anavatan İngiltere, en baş ekolü temsil ediyor. En eski takım ve liglere ev
sahipliği yapan hafif rüzgarlı ama bol yağmurlu bu topraklarda futbol,
neredeyse insanların yaşam zincirinde yer alıyor. Üzerine filmler yapılan
holiganlıkların çıkış noktası olan ülkenin futbolun bugünki haline gelmesindeki
rolü hint kumaşı kıvamında. Günümüzde düzenler tamamen değiştiği için, hiç bir
ülkenin aynı şekilde oynamadığı ekollerin ilk çıktıkları hallerinden bahsetmek
daha önemli sanırım. Mesela uzun yıllarca bağlılıklarını hiç kaybetmedikleri
sistemleri 4-4-2. Bu düzenin tabii oturaklaşmış bir kaç da kuralı var: defansda
uzun boylu futbolcular yer alırken, kanatlarla beraber, sahanın geri kalanında
daha hızlı ve topla ilerleyebilen futbolcular yer alıyor. Kısa paslaşmalara
yoğunlaşmadan, uzun toplarla sonuca kanatlar yoluyla gitmek temelli bu ekolün
makyajlı halini günümüzde bazı takımlarda görmek mümkün. Ancak en önemli
özellikleri hızlı olmalarıdır. Hız, onlara keyif, bize gülümseme, sahaya da
renk verir. Ancak İngiliz ekolünü,
şövalyeler bile artık tam anlamıyla uygulama taraftarı değiller. Neden çünkü?
Değişmeyen tek şey, değişimin kendisi!
Gelelim dünyanın klişeleşmiş
sistemlerinden birisine. Yeşil, tutku ve savunma dediğimde aklınıza ne geldi?
Ah! Evet ‘İtalya!’ diye bağırdığınızı duyar gibiyim. Italya sistemi çok nettir.
Savunmada oyun daraltılır, birer gladyatör olan İtalyan jönler, rakibi bunaltır
da bunaltır. Sonunda bir fırsat yakalanır da, eğer top öncü birliklere geçerse
kontur atak yapılır. Bu sistem bir dönem efsane olmuştur. Hala daha savunmada İtalyan
rüzgarı eserken, onalardan bu güçlü ismi almak neredeyse imkansız. Bu sistemin
sahiplerine getirilen eleştiri, durağan futbol oynamalarıdır. Ama bir İtalyan
ekoli almış gitmiştir başını. Tıpkı sanatta rönesans gibi, futbolda da
yenilenmenin, değişimin öncülerinden olarak, ada futbol ekolünün üzerine yeni
bir anlayış getirmişlerdir. Şimdi, aslında bu ekol için, topraklarının rahat
güneşli karakterinin tersine oyun kontrolü önceliklidir. Yani toptan önce oyunu
domine etmek üzerine kurulu olan, kazanmanın da ancak bu yoldan geçeceğini kanıtlayan ekoldür.
Dünyaya kabul ettirdikleri; futbol sadece bir eğlence değil, sonunda
kazanılması gereken bir savaştır anlayışı oldu.
Yeni bölgeye geçerken Gary
Lineker’dan alıntı yapmak tam da yerinde olacaktır. ‘Futbol 22 kişinin oynadığı
ve sonunda hep Almanlar’ın kazandığı bir oyundur’ derken aslında hiciv kullansa
da, gerçek anlamında düşünüldüğünde doğdur. Çünkü Alman ekolü bize maçların 90
dakika olduğunu hatırlatan güçtedir. Kibirden uzak, takım olmanın bilincinde,
tam da bir saat gibi herkesin bir fonksiyonu olduğu, kimsenin fazlalık
kalmadığı bir düzendir. Almanlar’dan bahsedildiğinde hemen hemen herkesin
aklına gelen ‘disiplin’ dir. Bu nedenle futbolda da, tıpkı hayatlarının her
alanında olduğu gibi, bu alışkanlığı kullanarak bir düzen oturtmuşlardır.
Yanlız bunu uygulamak okadar kolay değildir. Sonuçta yapmanız gereken şey soğuk
kanlı kalıp, herşeyi, tüm seyircileri unutarak, hangi görevde olduğunuza
odaklanmaktır. Bu bir tür alışkanlık olmadığı sürece de, insanın buna adapte
olması oldukça sıkıntılı. Alman ekolünün taklitleri sistemsel olarak mevcut
olsa da, asıl mantığını hiç bir zaman yakalayamadığı için başarısız olmaktan
kaçınamaz. Ağırkanlı bu askerler, kolay kolay yenemeyceğiniz türden bir takım
oluştururlar. Çünkü siz rüyalara dalarsınız, ama onlar hala gerçektedirler.
Bir de bunun tam tersi sistemiyle,
eğlencenin dibine vuran ekolleriyle Brezilya vardır. Brezilya ekolü dünyada
yaygınlaşmayı başaramasa da, Güney Amerika topraklarında kabul görmüş bir
sistemdir. Aslında bu tamamen toprağın sundukları, insan tipleri ve
yeteneklerle alakalıdır. Her zaman daha savruk, umursamaz, eğlenceli ve
hareketli olan bu toprakların ekolü de, güneşine yakışır bir şekilde heyecan
vericidir. Koşarlar, zıplarlar, takla atarlar, şaşırtırlar, hatta sizi
taraftarların arasında görüp gülümsemelerini sunarlar. Futbol, onlar için
performans sanatıdır. Gol atmak için takımdaki her mevkii iş başındadır.
Heryerden, her koldan golcülere destek gider. Hızlıdırlar, hiç durulmazlar,
eğer psikolojik olarak iyi durumda ve fiziken de formdalarsa, önlerinde
durabilenin vay haline. Sürekli gelen akınlar, karşı tarafı yıpratır, kanatır;
sonunda ne yapar eder fileleri havalandırırlar. Asıl işleri keyiftir. Para
verip stada gelen taraftarı daha çok eğlendirmek için herşeyi yaparlar.
Bu futbol bir dönem çok tutmuştur.
Özellikle yeni yeni dünyaya açılan Güney Amerika yetenekleri, Avrupa
takımlarına transfer olmaya başladıkça, bu oyun tarzı daha da çok tanınmıştır.
98 senesinde adeta şiir gibi oynayan Brezilya takımları, eğlencenin ne demek
olduğunu göstermişti. Ancak günümüzde daha çok fiziğe dönen futbol için yavaş
yavaş ününü kaybeden bir ekoldür. Ne yazık ki şimdilik bu yeteneklerden de
çokça bulunmamakta.
Boğalarla kendini sınayan bir millet
olunca konu, sahadan terlemeden çıkmak elbette mümkün değil. İspanya, dünayaya
kabul ettirdiği Tiki-taka sistemiyle başımızı döndürmekte çok yetenekli.
Mütemadiyen devam eden kısa pasların, sonunda kaleye gidebileceğini kim bekler
ki? Manuel Jimenez, bu sistemin en iyi temsilcisi olan Barcelona için şöyle
demişti; "Barcelona, topu sizden alıp bir daha geri vermeyen kötü çocuklar
gibi". Bu hareketliliğin ve oyalamanın hemen ardında, hiç beklemediğiniz
bir anda sizi bir golle yakalayabilirler. Bu sisteme göre koşu ve top sürme
olabildiğince minimum tutulur. Üstelik hava topları dediğimiz, o kestirilemez
büyülerden de ortalıkta neredeyse hiç olmaz. Top hep yerdedir, yer çekimine
boyun bükerek, daima toprakta kalarak ilerler. Son dönemde ününü kaybeden ve
yavaş yavaşda gücü zayıflayan bu ekolün çok sıkı taraftarları var elbette.
Izlemekten sıkılan ve sonucu görmek isteyen birileri olduğu gibi, bu oyunun çok
estetik göründüğünü düşünene çok sayıda insan mevcut. Özellikle son dönemlerin öne baş gösteren
ekollerinden biri olduğu için, kalıcı ya da geçici olup olmyacağını hep beraber
göreceğiz. Ancak genel yardı; bu futbolu temsil eden futbolcuların ardından,
Tiki-taka sisteminin kullanılmaktan vazgeçileceği yönünde.
Son olarak belki de futbol tarihini
değiştiren, ekolleri farklılaştıran, Barcelona’nın da bugün oynadığı futbolun
başlangıcı olarak bilinen Hollanda sistemini es geçemem elbette. Hollanda
futbolu, Cruyff’un alt yapısını oluşturduğu yep yeni, keyifli futbolla, futbola
heyecan katan bir sistem oluşturmuştur. Keyif veren, bol gollü seyirleri bize
yaşatan
Etiketler:
2014,
cruyff,
diago,
ekol,
ekoller,
futbol,
futbolextra,
maradona,
top,
zümrüt tanrıöven
9 Temmuz 2014 Çarşamba
KAYBETTİYSE EĞER...
‘Futbol, ezilen halkların mutluluğudur.’
Afrika’nın efsane isimlerinden biri George Weah söylemişti
bunu. Afrika’da futbolun anlamını anlatmaya çalışıyordu. Daha önceki yazımda
benim de Güney Amerika ve 3. Dünya ülkeleri için söylemeye çalıştığım şeydi bu.
Kendilerini var edebildikleri en önemli platformlardı çünkü sahalar.
Kendilerini ıspatlardıkları, mutlu oldukları yer olduğu
gibi, aynı zamanda aşağılandıkları, kaybettiklerinde karalar bağladıkları
ortamlar. Futbol, tartışmasız güçlü bir büyü.
8 Temmuz akşamı oynanan Brezilya – Almanya maçı da bu konuda
iyi bir örnekti. Almanya’nın neredeyse yüzyıllardır süregelen istikrarını
kutlamayı bir yana bırakıyorum. Ancak bir gerçek var ki; bu güce karşı, 90
dakika boyunca boyun eğmek zorunda kalan Brezilya halkı hezimetle sarsıldı. 7
gol onlar için üst üste gelen hançer yaraları gibi oldu. Tüm bölgelerden gelen
taraftar fotoğrafları da bunu ıspatlar şekilde.
Iyi oynamak ya da başarısız bir savunma yapmaktan ötesi,
taraftarlar Brezilya’lı futbolcuların yürekleriyle oynamadıklarını düşünüyor. Üstelik
bu başarısızlık ülkedeki ekonomik sıkıntılara karşı tepkileri de yeniden
diriltmeye başlıyor gibi de görünüyor. Almanya’nın her alanda kazanmasının en
önemli nedenlerinden biri olan bu durum, tüm futbolu kurtuluş gibi gören
ülkeler için iyi bir örnek. En başarılı olup, kibirli olmamayı başardığında
herşey çok daha yolunda gidiyor elbette. Alman futbolcuların 1 saniye bile
şımarıklığın menziline girmediklerini gözden kaçırmamak gerek. Ancak ard arda
gelen başarılar, ev sahipliği, seyirci üstünlüğü Brezilya için aynı etkiyi
yapmamış. Kibirle gözleri kararan bir takımın, rüyadan uyandırılmasına şahit
olduk dün akşam.
Bu yenilgi bir çok açıdan, takım olmanın ne demek olduğunu
gösterdi görmek isteyenlere. Dört pasta ceza sahasına girmeyi başararak, bir
makina gibi hala çalışan, ekolünü koruyan Almanya Milli Takımı’nın öğretileri
çoktu. Bazen siz istersiniz, ama sahaya çıkan temsilcileriniz sizin kadar
tutkulu değildir. Almanya’nın yüzyıldır yaşamadığı sıkıntılardan birisi bu. Kısacası
Almanya’nın neden etkili olduğunu, ekollerini taklit eden takımların bile aynı
derece de neden başarılı olamadığını, istikrarın neler yüzünden gelmediğinin
özetiydi maç.
Yani kaybettiyse eğer... Brezilya bir bütün, tümün parçaları olamadığı için kaybetti.
Alabilen aldı…
Alamayanlar için yenilgiler gelene kadar, büyü devam ediyor…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)