Hürriyet

16 Aralık 2013 Pazartesi

HERŞEYE ÇARE SİYAH İNCİ; DROGBA

Bu futbol extradaki ilk yazım :) Umarım en iyileri, daha iyileri heo olur ve sizler de beğenirsiniz;


Kudretiyle zemini sarsan güçler vardır futbolda...
Herkesin merakla ve heyecanla, izlemeyi beklediği adamlar vardır...
 Güç; tarifi olmayan bir akım olmaktan çıkar o an. Güç; serilir sere serpe tüm stada. Herkesin gölgesinden korktuğu bir kalp atışını sahneye alır maç, o güç serbest kaldığında. Siyah inci, Afrika'nın bütün kudretini, tanka benzeyen fiziğiyle dahil eder bir anda oyuna. İşte o an, evrenin en kontrol edilebilir güçlerinden birine saygıyla eğilir seyirci: Didier Drogba'ya. 
Yeşil sahada sizi büyüler. Hatta çoğu kişi defansa saldığı korku nedeniyle “silah” lakabını takar ona. Ama bunların ötesinde, Drogba başka şeyleri ifade eder bilenlere; gücü, aklı, iyi niyeti, kudreti, sevgiyi, lider olabilmeyi.
 Drogba dünyanın en etkili insanlarından biri olarak kabul görmeye başladığında, milli takımı Fildişi Sahilleri’yle kazandığı bir maçın hemen ardındaydı.  5 yaşından beri başka ülkede olmasına rağmen, kendi topraklarına, kendi ailesine ve insanlarına sahip çıkma konusundaki direnişi takdire şayandı.

Drogba, tüm dünyaca sivil savaşın kahramanı ve futbolu, ülkesinin siyasetini yönlendirmek için kullanan yürekli bir adam olarak tanınır. Kendi insanı onu bi kaç nesildir idol olarak kabul eder. Adını verdikleri sokaklarla, ilerideki nesiller için de aynı şekilde kalmasına çaba gösterirler.
Dünya kadar zenginliğini, sömürgecileri Fransa yüzünden kullanamamış, bu kaynakları yönetmek için tecrübe kazanmamış olan Fildişi Sahilleri; bağımsızlıklarını kazandıktan sonra, yönetimsel anlamda üstünlük için savaştı. İç savaş herkesin içini acıtırken. Eboue, Drogba, Toure, Zokora, Kalou gibi futbolculara sahip topraklar, canlarını yaktığı bronz insanlarını kendisi için savaşmaya davet etti yakın zamanda. Hükümet için seçimle çözüm bulma istediğinde olan insanları, kanıtlanamayan haliyle Fransa tarafından silahlandırılan kalabalıklarca kaçmaya zorlanırken, iletişim gücü olan milli takım, Drogba’nın liderliğinde bir mesaj vererek bu davete cevap verdi. 2005 yılında, Fildişi’nin galip geldiği Sudan maçı ardından ekranlarda insanlar, diz çökmüş futbolcuların görüntüsü eşliğinde şu sözleri dinledi:



"Bayanlar baylar, Fildişi Sahili'nin kuzeyindekiler, güneyindekiler, merkezindekiler, batısındakiler... Biz bugün tüm Fildişi halkının bir arada varolabileceğini, tek bir amaç uğruna oynayabileceğini gösterdik. Biz kutlamaların insanları birleştireceğinin sözünü verdik. Size dizlerimizin üzerinde yalvarıyoruz... Affedin! Afrika'da bunca zenginliğe sahip bir ülke savaşa sürüklenmemeli. Lütfen silahlarınızı bırakın. Seçimlere gidin. Hepimiz kardeşiz. Birlikte yaşayabiliriz ve 1 kişinin daha ölmesine tahammülümüz yok."

Drogba, aynı şekilde bir kaç yerde daha buna benzer konuşma yapmış, sivil savaş içindeki ülkesinin uyanışını tetiklemiştir. Ülkenin heryerinde gezen resimleri, duvar temsilleri, boyamaları onu sivil savaşa karşı direnişin lideri yapmıştır. Silahlanmanın rutinini değiştirebilmiş, kurduğu yarıdm fonu ve sergilediği yaşayış biçimiyle ülkesi için göz ardı edilemez bir örnek oluşturmuştur. Hala bile Fildişi hükümeti tarafından fikirlerinin değerli bulunduğu bir konumda olmasına hatta seçime girmesi halinde cumhurbaşkanı olmasını içten bile olmamasına rağmen, olduğu gibi kalmakta ısrarcıdır Drogba. Onun dediği herşeyi halk, yapılması gereken şey olarak algılamaktadır. O, bu gücü danışmanları olarak kullanmayı tercih etmiştir.  

Drogba sömürgecilikten kendini kurtarıp, topraklarına hakim olmak isteyen Fildişi halkını güçlü hissettirecek kadar gür sesliydi. Müaliflerin birbrilerini hapse attırdığı, 1999’da da asker tarafından darbenin yapıldığı Fildişi, 1960 yılından beri aydınlanmadı demek yanlış olmaz. Ancak Drogba bir mum olarak geldi halkına, futbolu da bir şamdan olarak kullandı. Aydınlığın altına sığınmak isteyen insanlar, şiddetten kaçtı, hırstan ve nefretten uzak kaldı. Sürekli olarak bölünmek için bahane arayan lanetli kara topraklar dur durak bilmeden kan emerken Drogba, milli takımı, futbolu ve başarılarını bir dua, herkes için teselli olarak kullandı.

John MeShane tarafından yazılan “Portrait of a Hero” adlı kitabının ön sözü sahibi Mourinho, Drogba’dan bahsederken, onu çok güzel özetlemiştir; “Didier özel bir insan. Ve her zaman söylediğim gibi inanilmaz bir oyuncu. Ama hepsinden önemlisi dünya üzerinde yaptiklari ile, Afrika’nin insani olarak, Fildişi Sahilleri icin bir öncü olarak, bir baba olarak, bir evlat ve bir arkadaş olarak çok özel bir insan Didier. Ve sadece bazilarimiz onu hayatimizin icine alabilecek kadar şansli olabildik.”

Drogba sadık karakter yapısını sadece takımında değil, ülkesine olan hassasiyetiyle de kanıtlamış özel bi insandı. O özeldi, ülkesi özeldi, yaptıkları özeldi, golleri özeldi. Drogba’nın golden sonra, kusursuz kollarını gererek açması, seyirciyi selamlaması, dizlerinin üzerinde yeşili çizişi de özeldir. Drogba tüm bu özelliklerine rağmen alçak gönüllü olabildiği için de eşsizdir.
Halkı için vazgeçilmez bir karakterin, dünya üzerinde “en etkili” isimlerden biri olması şaşılacak bir durum değil elbette. Ancak sahada “silah” olarak nitelendirilen bir gücün, yumuşacık kalbiyle milyonları kendine hayran bırakması, eşi benzeri olmayan bir örnektir. Gücü, cesareti yanında, saha içindeki yardım severliği, centilmenliği açısından da sürekli konuşulan bir isim olmuştur Siyah İnci.


"Futbol, ateşli silahlar kullanmadan yapılan bir savaştır." Bobby Robson’ın kendisine ait olan sözü futbolun aslında ne büyük bir silah olabileceğinin kısa özetidir sadece. İşte bu gücü bilen Drogba’nın, şimdiye kadar futbolu kontrol eden siyasete karşı, aksini gerçekleştirecek şekilde futbolu yönlendirmesi tarihte eşine rastlanılmayan bir süreci kapsar. Futbol insanları bölen değil, birleştiren bir güçtür onun için. Dünyaya bakış açısını oyununda, yaptıklarında, parasını nereye harcadığında ya da bakışlarında görmek mümkündür.

Sivil savaşı bitiren adam olarak anılması abartı değildir. Kakao ülkesinin kralı, dünyaya aslında “etki” nin ve “doğru” olmanın ne demek olduğunu öğreten duruşuyla, tarih kitaplarına; savaş galibi bir komutanla aynı hizada geçmelidir.
Siyah inci bir efsanedir. Kabul edilsin ya da edilmesin, sadece futbolu güzelleştiren değil, ülkesini ve dünyayı güzelleştiren bir adam olarak anılacaktır.
Dedik ya işte... kudretiyle zemini sarsan güçler vardır futbolda ve... dünyada. Bunun ruh bulmuş hali de; Didier Drogba’dır.  




6 Kasım 2013 Çarşamba

RUH DENEN ŞEY...



Kophenag – Galatasaray maçı ardından...

Futbolda ruha inanmak önemlidir elbet. 


Çünkü spor bir ruh işidir. Futbol, takım oyunu olarak bu ruha en çok ihtiyaç duyan alanlardan birisidir. 


Bir grup insana, kazanmanın önemine, anlatarak inandıramazsınız. Renkler, logolar, stadlar, taraftarlar, bayraklar bu yüzden vardır. 


Tıpkı Fransız ihtilalinde, renklerinden güç bulup ayaklanan gençler gibi yani. Yıllarca içinde bulundukları yaşam tarzına “dur” diyemeyen bir sürü insana yeniden yol çizdikleri gibi. 


Üstelik bu “ruh” durumu, Türkiye gibi sosyolojik anlamda “duygusal” olarak algılanan toplumlarda çok daha önemlidir. Tıpkı İspanya’da Katalan temsilcisi “Barcelona”; İtalya’da ideoloji temsilcileri “Lazio” ve “Roma” ya da İskoçya’da yeşilin lideri “Celtic” gibi. Yani sosyolojik anlamda merkezinde “duygu”, “sahiplenme”, “tarih” ya da “ideoloji” olduğunda ülkeler “ruh” arayışına her şekilde giriyorlar. 
Buna halk dilinde bazen “inanmak” da diyoruz. 


Yeşil sahada taraftarın görmek istediği şey “ruha inanmak” değil midir? 


Taraftarlık olgusunun merkezinde yatan şey, sahiplenmek değil midir?


Bunları sorgularken aslında gelmek istediğim nokta; hiç bir maçın “ruhsuz” kazanılamayacağı üzerinedir. Siz kimi getirirseniz getirin, takımına soğuk, duygusuz ve uzaksa hiç bir teknik direktör uçmanızı sağlayamaz. Nitekim Mancini gibi önemli bir teknik adamın bile Galatasaray’ın kalite kokan kadrosuna “yürü” diyememesinin sebebi de eksik olan bu tarafındandır. 


Kophenag maçında 6. Dakikada yenen golün ardından, Avrupa’da, süper lig 2012-13 dönemi Mersin İdman Yurdu maçında yaşanan kötü olaylara rağmen, yenilen bir takımın şahlanmasını tekerrür ettirememesinin nedenleri;  teknik adamın ifadesizliği ve takım olarak “ruh” arayışını nerede arayacağını bilemeyen 11 adamın kaybolmasıdır. 6. Dakika Galatasaray’ın “kazanmak” için herşeyi yapabileceği döneminin çok uzağında olduğunu kanıtladı. Önceki sene şampiyonlar liginde Real Madrid’e zor anlar yaşatan aynı adamların, bir şeyi kaybettiklerini reddetmek imkansız. 


İster profesyonel değiller denilsin, ister Galatasaray’da bireysel olarak futbolcular suçlu bulunsun ve hatta takımın doğru kurulamadığı bağırılsın; eninde sonunda eksik olanın sosyolojik bir durum olduğunu kabul etmek zorunda kalacaktır herkes. 


Sarı – kırmızılılarda kayıp olan “ruh denen şey”, dahası için aranmak gerçeği görememektendir.  


3 Ekim 2013 Perşembe

AKILLA GÜÇLENEN SARI KIRMIZI




İtalya gidişi herkesin aklındaki soru; “Mancini ne yapacak?” idi. 

İtalya dönüşü herkesin aklındaki soru; “Galatasaray turu çıkabilecek mi?” oldu. 

Elbette bunun tek sebebi başarıya yakın olan sonuç değil. Ya da yeni teknik adamın gelişi, duruşu ve takımı kavrayışı değil.
Buna sebep olan şey sezonun başından beri kafasının dikine giden bir düzene karşı çığlık atan taraftarın nihayet “oh” çekebilecek oyunu karşısında görmesi. 

Kardeşimin tespiti tam da buraya uygun; “Futbol okadar karışık bir spor değil. Basit. Doğru kadro herşeyi çözer.”

Yani bu ne demek? 

Deplasmana gittiğinde “saldırma” demek.
Şampiyonların maratonunda “saldırı” mantıksız bir strateji demek.
Bekle. Gör. Düşün. Koş... demek.

Burak Yılmaz kale boşken, bir forvet olarak eğer topa ayağının üstüyle vuruyorsa ve bir maç içinde 20’den fazla pozisyona rağmen hiç gol atamıyorsa, inat etme. Daha öncenin gol kralı da olsa, forveti kes demek. 

Emre Çolak, lig için kıvrak olsa bile, fiziken sayıf olduğu için düşün... Bu çocuk tek darbede yere düşüyorken, Di Maria’ya nasıl dirensin? Pirlo’ya karşı nasıl dursun? Diye bir sorgula demek. 

Deplasmanda ve şampiyonlar ligindeki bütün maçlarda kimse bu kadar cesur olmazken delirmiş gibi hücum yapacağım derken kendini sorgula demek.

Juventus – Galatasaray maçı bu sezonun en akıllı ve keyifli maçlarından birisi olarak, 2-2 skorlar sonuçlandığında herkesin içinde bir rahatlama oluştu. 

Çünkü;  “Galatasaray turu çıkabilecek mi?” sorusunu sorabilecek kadar güvenmeye başladı bir anda kendine. 

Mancini ya da Terim tercihi değil asla. Ama insan şunu sormadan duramıyor kendine. 

Drogba’n varken, çok zor muydu sistemi modifiye etmek?

Eğer egodan kör olan gözler olmasaydı cevabı basit; kolaydı.

18 Eylül 2013 Çarşamba

TARAFTARDAN GALATASARAY’A


Kara maç olarak adını tarihe yazdıracak olan R.Madrid maçının ardından, zaten kimsenin yazmaktan çekinmediği gerçeklerden bahsetmek istedim.

Bir nevi içimi dökmek istedim...

Yani aslında sarı kırmızılı takımın tek derdinin “Drogba sakatlığı” olmadığını söylemek istedim...

Aslında bu sadece “Terim’in Milli takım dağınıklığı” olarak da algılanmamalı...

Bu, gerilemeye başlayan bir devletin, düşüşe mi, yükselişe mi geçeceğine karar verebilmesi için yaşanmış bir hezimet olarak görülmeli.

Seyircisine saygı duymayan bir enerji ve profesyonellikten ciddi anlamda uzak, duygusal iniş çıkışlarla dolu bir futbol...

Hepsinden öte dünyanın parasını veren taraftarın, bunu düşünmeden, tarih üzerinde belki de ilk kez bir şampiyonlar ligi maçını terk etmesine neden olan sonuç.

Ligde mutlu edemiyorsan, oynamak üşendirici geliyorsa, direnemiyorsan ve istekli değilsen, hatta belki de kendine çok “fazla” güveniyorsan yapman gereken tek şey; başka bir alanda taraftarını mutlu etmektir.

Ünal Aysal’ın dediği gibi bu, 1-0 yenilmekten çok daha iyidir. Kendine getirir. Sarsar. Ama bedeli taraftar için büyüktür. Sosyolojik anlamda kazanmak için çıldıran binlerce insana sunulan “hezimet” kolayca altından kalkılabilir bir sonuç değildir.

Yani yine “futbol sadece futbol değilir” sözünü kanıtladığımız başka bir alana geliyoruz. Kazanmak ve kaybetmek basit olgular değildir. Taraftar için “nasıl” kazandığın ya da “nasıl” kaybettiğin önemli değişikliklere neden olur.

Eğer işini ticarete dökmeye bu kadar hevesliysen...

Bir senede kombinelere neredeyse %50 zam yapıyorsan...

Üstelik 40 bin ortalama kombineyi kapış kapış satmışsan...

Taraftarın Store’larına canavar gibi para kazandırırken, ürünlerine zam yapmaya devam ediyorsan...

Taraftar ticaretine oyuncak oluyorsa salaklığından değil; güzel futbol izlemek hevesinden...

Yapman gereken bir şey vardır; futbol oynamak.
Her alanda, her koşulda, her kim karşı olursa olsun...

Gerisi teferruattır!





26 Ağustos 2013 Pazartesi

LOKAL TARAFTARLIK, LOKAL DESTEK


- Ligin zirvedeki derbisi ardından (Bursaspor - Galatasaray) -

Derbi; anlamı itibariyle aynı şehrin iki takımı arasında gerçekleşen, her zaman olmasa da, genelde ideolojik temelleri olan büyük maçlara deniyor. Ancak  Türkiye Liginde derbi; ligi yıllardır üst sırada bitirmeyi başarmış, şampiyonlukları fazla olan Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş, Trabzonspor’un yani “4 büyükler” dediğimiz, endüstriyel futbol unsurlarının arasında gerçekleşen maçlar anlamında kullanılıyor. Yani 3’ü aynı şehrin takımı, biri de Karadeniz’in takımı olan 4 büyük para döngüsünün arasında gerçekleşen, bu büyük endüstriyel güçle beraber zaman içinde büyüyen taraftarların maçları.

Aslında bundan 4 sene öncesinde bu durum daha kuvvetliyken, endüstriyel yapının futbolun her takımına yavaş yavaş kolunu uzatmasıyla değişmeye başladı. Tabii play off sürecinin de bu heyecanı “sürekli” gerçekleşen derbiler yüzünden öldürmesinin etkisini de görmezden gelemeyiz.

 İngiltere’den hep örnek gösterildiği gibi güçlü bir lokal desteklemenin başlangıçları kendini gösterdi. Anadolu takımları olarak nitelendirilen, İstanbul dışında kalan takımların taraftarları büyümeye, takımları hırslanmaya ve liderlik için “biz de varız!” mesajı vermeye başladılar. Bu, lig için heyecan verici, en önemlisi de taraftar için çok önemli bir değişim oldu. Çünkü aslında futbol, lokal anlamda canlı canlı gidip, kendi renklerini, kendi çimlerinde gösterebilmekten zevk almak temelde. 

Ancak bugüne kadar durum Türkiye liginde farklı işledi. İstanbul’da başlayan futbol endüstirisi, kendi takımlarına taraftarları Türkiye’nin heryerinden topladı. Bu da maçlarına gidemeyen yüzlerce, binlerce futbol taraftarını meydana getirdi. Ancak lokal büyüme, lokal takımların desteklerindeki güçlenme; hem deplasman atmosferlerini yükseltti, hem de maçlarını canlı takip edebilen, kendini gerçekten ait hisseden bir taraftar kitlesi ortaya çıkardı.

Bursaspor ile Galatasaray arasında oynanan macın ardından, izlenimlerim maçın sonucu değil; birbirine taktiksel anlamda benzeyen iki hücumcu ve hırslı takımın futbola dair neler sunduğu açısından oldu.
Birincisi, golü beğendiği için, rakibi alkışlayan taraftarların çoğaldığı bir ligde asıl nedenimiz olan “futbol” zevkinin artması, seyrinin güçlenmesi hem taraftar açısından olumlu hem de endüstirisini yönetenler açısından. Bu aidiyatı güçlü taraftarların; takımını sadece maçlarda değil, aynı zamanda store’larında, ek ürünlerinde ve bir çok alanda takip etmesi demek. Üstelik lokal anlamda hırsla takip edilen takımlar futbolun coğrafya içinde yaygınlığını da sağlamakta. Bursaspor, Gençlerbirliği, Eskişehirspor, Antalyaspor, Kayserispor, Akhisar Beld. Spor gibi takımlar bunlardan sadece bir kaçı.

İkincisi; Bursaspor taraftarının deplasmanı cehenneme çeviren isteği, takım desteği ve inancı gururla seyrettirecek derecede olağanüstüydü. Bu durum Bursaspor taraftarının takımını kazanmaya itmesinde, rakibi Galatasaray’ı zora sokmasında çok büyük rol oynadı. Yani taraftar, görevini gerçekleştirdi. (Drogba’yı, tüm karakteriyle örnek olan bir futbolcuyu ıslıklama kısmı hariç! Hırsı bir sınırda tutmak da önemli.)

Üçüncüsü; Derbi kelimesinin gerçek anlamına uymasa da, sadece 4 büyük takımın maçlarını, zevksiz bile olsa beklemek zorunda olmadığımızı bir kez daha kanıtladı. Kim nasıl gözledi bilemem ama kabul edilsin edilmesin; ligin en coşkulu, futbol seyri yüksek derbisi; yani benim gözümde “lider” derbisi Bursaspor ve Galatasaray arasında gerçekleşen maçlar halini aldı. 

İtiraf etmeliyiz ki, bu tip maçlar değerlidir. Klişeleşmiş söylemleri bitmeyen Hakan Şükür, Tümer gibi isimlerin “futbol zevki iyiydi” diyerek geçiştirmemesi gereken, önemli unsurları olan maçlardır.

Lokal taraftarlığın gücünü anlatmak bir kaç sayfayla bitmez. Bu nedenle devam yazıları olacak bu serimin sonraki yazılarında yurtdışındaki örneklerini de anlatmaya devam edeceğim. Dilerim ki; Türkiye ligi de futbolu hazmetmiş, her köşesinde ateşli taraftarları ve takımlarıyla coşkulu bi sürece girmiştir bu bir kaç yılda.


Bekleyip görelim ... Haydi süper lig!

20 Ağustos 2013 Salı

#DİRENEN TARAFTAR...



Sezonun da başlamasıyla, yasaklara, engellemelere, mualif görüşlere karşı “dur” deme eylemlerine karşın; “DİRENİŞ” naralarıyla doluyor statlar. Ne güzeldir ki, başka yerde gazlanarak aranan hak, mualif görüşün bağırılabilindiği bir halk ortamı var stattlarda. Neredeyse yüzyıldır baskıyla futbolu sahiplenmeye çalışan diktatörlerin sürekli öğrenmek zorunda kaldığı gerçek yeniden ispatlanıyor; “futbol halkındır!”. S. Anglesey’in Diktatörler ve Futbol adındaki kitabı bunun onlarca örneğiyle dolu. 

Futbol ve statlar...

Gerçek halkı orada görürüsünüz. Fakirini, zenginini, herkesin eşitlendiği tribünlerde görürsünüz gerçek insanları. Bütünlüğü ve Milli bütünlüğü de. 

Bu yazıyı; Galatasaray – Gaziantep maçındaki güzel futbola rağmen tribünlerde yaşanan çirkin olaylarla donatmak istediğim halde, anlatmak istediklerim bunu aştı. Ancak tribünlerin halkın sesi olma görevini hiçe sayan işgüzar yönlenimli taraftar gruplarınca susturulmaya çalışılması kabul edilebilir gibi değil. Asla gücün ve iktidarın köpeği olmaması gereken futbol taraftarı, doğruyu savunan, insanı savunan, bilinçli insan toplulukları olma görevinden vazgeçmemelidir. 

Öyle olduğunun kanıtı da çoktur tüm dünyada ve tarihde Türkiye’de.
Yeri gelir Kıbrıs için bağırırsın, yeri gelir Filiştin. Yeri gelir Brezilya için bağırırsın, yeri gelir Mısır. Ölen insanlara karşı durursun. Ölmesinler! Diye bağırırsın. Ya da günümüzde “direniş” protestolarının nedeni olduğu gibi; kendi insanına yapılan zulme karşı, iktidara ayaklanırsın! 

Futbol budur. Yeşil sahada senin takımın top koşturur, kazanmak ya da kaybetmek üzerine oynar; sen de onu iterken, sosyal konuların tepkisini verirsin. Bu insan olan her kişinin hisseedip, o atmosferin birlik hissiyle yapması gereken yazısız futbol kurallarından biridir.
Tarih futbolun siyasallaşmaktan, sosyal konulara dahil olmaktan uzak kalamayacağını kanıtlamıştır. 

Yani, Simon Kuper’in dediği gibi “futbol asla sadece futbol değildir” sözü çoktan ispatlanmıştır. 

Dünyanın en çok anlamı bir arada yaşayabildiğiniz alanlarından biri olan statlar; futbol sayesinde “halk” için kalmayı herşeye rağmen başarmış bugüne kadar. Yani içinde bulunduğumuz ortam da bunu kanıtlamak için biçilmiş kaftan. 

Güney Amerika başta olmak üzere 3. Dünya ülkeleri için futbol, can kurtaran ya da kürsü haline gelebiliyor. Hatta Amerika Birleşik Devletleri dışında her ülke ve kıta için bu, yoğunlukları farklı da olsa geçerli. Tarihin her döneminde, halkın kendisini ifade etmek için edindiği alanlar halini alan stattlar, aynı zamanda bu gücü nedeniyle diktatörlerin, devlet yöneticilerinin, büyük güçlerin de göz bebeği konumunda. 

Bir zamanlar...Arjantin’de fakirlikle mücadele eden halkın isyan başlattığı, hak aradığı yerler oldu futbol. Eşitliği hissedip, iliklerine kadar futbola bağlı olan insanların, birbirlerinden güç bularak, fakirliğe karşı sokaklara dökülüp, hak aramasıyla sonuçlanmıştı maçlar. 

50’lerde Kolombiya’da mafya ve halkın bütünleşerek, diğer ülkelere karşı kendini korumaya aldığı bir güç oldu futbol. Ülkenin milli duygularını yükselten, yükselişe geçen bir ülke adına kan akan günler, Escobar’lar hakkında bir film için bile yeterli sayıda olayın meydana gelmesine neden olmuştu. 

İran’da içinde cayır cayır yanan “özgürlük” aşkı dolu halkın rejime karşı baş kaldırışı oldu futbol. Milli mücadele ardından kadınların yasak olduğu statlar, kadınlarla dolmuş; kutlamalar birbirini seven, erkek ve kadınların bir arada olduğu şölenler haline dönmüştü. Sonraki milli maçta bunu engellemek için elinden geleni yapan yönetim ise insanlarını futbolun içinde nasıl durduracağını bilemediği için paniklemişti. 

Hatta Türkiye’de bile üzerine onlarca kitaplık araştırmaların yapılmasına neden oldu futbol. Milli birliğin ve Milliyetçiliğin tavan yaptığı alanlar halini alan statlar, İstiklâl Marşı’nın yürekten okunduğu seremonileri içeriyor her maçta. 28 Şubat ardından ‘lâik’ ülkeyi korumak adına sloganların atıldığı, herkesin birbirini savunduğu, hatta PKK’nın en yoğun dönemlerinde, birlik bütünlük oluşturmanın en merkez yollarından biri olarak görüldü futbol. 

Bugün yine futbol, her ülkede kendi gücünü halktan alan piyasasıyla, gizli güç olarak kendini ispatlamaya devam ediyor. Engellemeler olsa da olmasa da özünü, var oluşundan beri hizmet ettiği amaçları korumaya devam ediyor. Yani biz diyelim ki;
 “Futbol direniyor!”