Hürriyet

30 Aralık 2012 Pazar

Neler Çıkar Bir Yıldan, ‘İnanmak’ Dışında...



2012 Dedikse...

    2012 kıyameti atlattığımız, spora doyamadığımız, adil olmayan onca şey arasında, muhteşem insan anlarına şahit olduğumuz bir yıl oldu. Uzaydan atladığımız, yerimizde duramadığımız nefes kesen 12 aydı. Dünya da ‘sevgi’  çağına geçiyorken hazır, ben de dedim ki  ‘neler çıkar ki koskoca bir yıldan ‘inanmak’ anlamı dışında...

‘İnanmak’ ne demek bana öğreten alandan başlamalı ozaman sene analizine dedim. Spora geldim koşarak. Bir sürü güzel anın resmini çekti bütün stadyumlar, kortlar, salonlar... 2012 Londra Olimpiyatlar’ına, Avrupa kupası Polonya ve Ukrayna’ya götürdü bizi. Kadınlar teniste İstanbul’daydı bütün dünya. Dünyanın kalbi sporla, aşkla attı, hikayelerle acıdı, öykülerle gururlandı, madalyalara gülümsedi, yenilgilere hüzünlendi. Dünyanın kalbi sporla beraber yaşamayı öğrendi yeniden 2012’de. Hani Felix’in atlayışını izlerken herkes nefeslerini tutmuştu ya işte bunun gibi onlarca hissi bütün sene spor da tattırdı bize.

Bolt’un kendini kanıtlamasını izledik mesela... Yüzündeki hırs ifadesi herkesi gülümsetmişti. Hatta verdiği selamın estetik duruşu herkesin gözleri önündedir hala. Evde ‘way!’ ifadesine neden olan o asil duruşu kast ediyorum ya da bazıları için de ‘şımarıkça’ veya fazla ‘isyankar’dı da demek yanlış olmaz.

Manteo Mitchell vardı mesela... bacağındaki kırıkla yarışmasını tamamlaması da bizlere nefes kestiren anlardan biriydi. Oscar Pistorius mesela... ampute bir yarışçının ilk kez olimpiyatlar’da diğerleriyle aynı kulvarda yarışarak kazandıkları da insanlık için bir isyanın kanıtı oldu. Başarının ‘inanmak’ üzerine kurulu olduğunu bir kez daha kanıtladı. Ya da erkeklerin bile rekorunu kırmayı başaran Çin’li yüzücü Ye Shiwen de bu kategoriye girmelidir elbet. Belki uzaklaşmadan yakından bir örnek de verebiliriz buna. Göksu, ailesinden ayrı geçirdiği onca yılın ödülünü nihayet alıp ilk jimnastikçimiz olarak temsil etti Türkiye’yi olimpiyatlarda. Bu da inanmakla ilgiliydi kuşkusuz.

2012 aynı zamdan futbolda muhteşem anların da olduğu bir yıl oldu tabii ki. Şampiyonlar ligin’de Barcelona ve Real Madrid’in elendiği; İtalya, İspanya finaliyle Avrupa kupasının sonuçlandığı. Türkiye’de ezeli rakibin evinde kupayı alabilen ve dirilişini tastikleyen Galatasaray’ın başarılarının gururlandırdığı. Herşeye rağmen direnip ‘koşan’ bir futbolla, tüm zincirlerini kırarak ‘en iyi futbol oynayan’ takımlardan biri olma yolunda ilerleyen Beşiktaş’ın ‘inancı küçümsemeyin’ mesajı verdiği, tüm sallantılarına rağmen final oynayabilecek kadar mücadeleci ruhuyla Fenerbahçe’nin ilgi uyandırdığı bir seneydi. Anadolu takımlarının şaha kalktığı, futbol’da Türkiye ligini zirve yapmayı başaran oyunlarıyla güçlendiren onlarca oyuncusuyla ‘güzel futbol’ da oldu zaman zaman 2012. Tabii şikenin kararttığı, adaletin çöktüğü, bunca başarı ve inanç öyküsünün üzerine gölge getiren hadsizliklerin olduğu zamanları da görmezlikten gelmek doğru olmaz.

Yine de herşeye rağmen, 2012 bizlere ‘inanmak’ hissinin ne derece güçlü bir enerji olduğunu yeniden hatırlattı. İşte inanmanın, başarmanın yarısı olduğunu kanıtlayan onlarca öyküyü gördü gözlerimiz. İnanmayı öğrendik yeniden, yeniden dirildik, yepyeni enerjilerle, kötü olan herşeyin iyi olacağına inandık...Unutmamak gerekir çünkü, herşey inanmaktır... inanmaktır herşey en sonunda! 

19 Aralık 2012 Çarşamba

Avrupa'yı Selama Dizen Kral



- Burak Yılmaz Üzerine-

Henüz 27 yaşında 4 büyük takımı dolaşan 2’nci futbolcu olarak Burak Yılmaz, Avrupa’yı da sallayan performansıyla bu yılın en göz dolduran futbolcusu olma yolunda ilerliyor. Hatta geçen sezon da Trabzonspor’da bunun sinyallerini vermişti. Her ne kadar ‘o gol krallığı bir daha olmaz muhtemelen’ demiş olsa da, Avrupa’da da yazılara konu olan, UEFA ‘nın kendi sitesinde bile en değerli oyunculardan gösterilen, üstelik yeni takımında da kendini fazlasıyla geliştiren bir santrafor oldu.

Kendi adıma Burak Yılmaz’la aramı düzeltmem zor oldu. Ne haddime bilinmez ama özellikle sezon başında ‘Trabzonspor sisteminin şekillendirdiği ve gol kralı olan Burak Yılmaz, Galatasaray sistemine uygun değil dedim’ kendi kendime. Çünkü tek bir forvetle ileri çıkan, kanatlardan, defanstan her bir oyuncunun tek bir adama top ulaştırmaya çalıştığı bir sistemden; her  oyununcunun eşit sorumlulukla kaleye gitme görevi olan bambaşka bir sisteme geçmişti aynı lig içinde. Üstelik çoğunlukla da 4-4-2, yani yanınızda bir santraforun daha olduğu bir düzende oynaması gerekiyordu artık. Sadece ona topu ulaştırmaya çalışan askerler yoktu artık.

Forvetler bencil olur elbet. Ancak Trabzonspor’un sistemi, Burak Yılmaz gibi kaleyi çok seven bir adamı daha da bencil bir oyuncu yapmıştı. Korkum bu nedendendi. Nitekim ilk 4 hafta da beni yanıltmadı. Topa olan arzusu sürekli hatayı, yardımlaşmanın durulmasını, engellenmesini, takımın dengesizleşmesi sonuçlarını beraberinde getiriyordu.

Sonra bir şey oldu...

 Herşey Burak’ın kaçırdığı top sayısının artışıyla isyan eden taraftarın tepkisiyle canlandı. İmparator bir şeyi gördü. ‘Bu adam istediğini yapmalı, gol atmalı, stadı sallamalı’ dedi. Ama öte yandan şampiyonlar ligi tur ihtimalleri de elden gitmeye başlamıştı. Nihayeten yaptığı her neyse, Burak için yeni maçta, Cluj’da bir değişim oldu. Yine  bildiğini yapan, durulmayan ama aynı zamanda her seferinde gelişen bir adam olmuştu Burak Yılmaz. Gitgide kusursuz hale gelen kafa vuruşları, muhteşeme yakın gol pozisyonu üretme yeteneği, deparları, hatta azalmaya başlayan tembelliğiyle, orta sahaya kadar inen yardım alanı. Bölgesini genişletmişti Burak Yılmaz. Bu, özellikle bir önceki takımı düşünüldüğünde inanılmaz bir gelişmeydi. Burak, şampiyonlar liginde attığı gollerle, premierin bile ilgisini çekmiş, efsane futbolcular arasına girmişti. UEFA’nın en iyi 11’nde yer almıştı.

Burak Yılmaz geçen seneden sonra olmaz dediği başarılarını ikiye katladı. Üstelik her geçen gün iyileşen disiplini, performansı, arzusu, isteği taraftarı da onu gerçek anlamıyla ‘kral’ olarak çağırmaya itmiş durumda. Tüm bunlara ek olarak, düzgün duruşu, kusursuz cevapları, tam da olması gerektiği gibi olan medya ilişkileriyle örnek bir futbolcu olma yolunda da ilerliyor.

Burak Yılmaz her açıdan kendisinin incelenmeyi hakettiğinin sinyallerini veriyordu. Bu da beni onu yazmak için dayanılmaz bir tutkuyla klavyemin başına geçirdi. Fikret Yılmaz adında bir babası var mesela Burak Yılmaz’ın. Hepimizin tanıdığı, kaleci olan, onlarca takımda da bunu eğitmen olarak devam ettiren Yılmaz’dan bahsediyorum. 1.88 boyuyla babasının yolundan gitmekten vazgeçip, tam da kendi karakterine göre olan, tembel işi bir bölge seçmiş kendine Burak Yılmaz santrafor olarak işte. 
Burak Yılmaz Trabzonspor’da oynadığı dönemde beyin kanaması şüphesiyle tedavi altına alınmıştı. Saatlerce annesinin telefonda ‘maça çıkma oğlum’ demesini bile dinlemeden, ilk 11’e kendini sokturtan adam, attığı golün ardından da kameralardan annesine armağan ettiği golüyle saygı toplamştı.  Riski atlatmış ve bir anda ‘mucize adam’  olmuştu 17 numara. O zamandan beri gelişen bir çok yönü olmakla beraber, iyileşen en önemli yanı da agresif olan davranış disiplini oldu. Burak Yılmaz ogünden sonra mı ya da büyüdüğünden midir çıkarması zor ama çok başka bir adam olarak hayatına devam ediyor o kesin.

Türkiye’de ‘kral’ dendiğine akla gelen bir futbolcu olmak özeldir. Herkesin kolay kolay beceremeyeceği, kolay kolay erişemeyeceği bir noktadır. Üstelik tüm bunlara rağmen kibirli olmadan, örnek bir adam olmak da her yiğidin harcı değildir. Daha nice gol krallıklarında, kırılacak rekorlarda, Messi’nin gol sayısıyla bir tutulan başarılarında ya da en basitinden kameraları susturan bir gol sevincinde mütemadiyen olacağına inancım büyük. Tıpkı bütün taraftarlar gibi.

İmaj, fiziksel görünüm, gol sevinci, duruş, konuşma ne derseniz diyin bir marka olmayı başarıyor olması da önemli futbol endüstrisi anlamında. Size forma sattıran, arma sevdirten, maç izlettiren, en basitinden hakkında konuşturan bir malzeme demek kısacası. Sizi  bilmem ama ben Burak Yılmaz’la aramı düzelttim. Grup maçlarının en iyi adamı olarak da tüm Avrupa’yı kendine kitleyen bu adama karşı inancım da kolay kolay devrilmeyecek kadar çoğaldı.

Kendisi de her zaman diyor ya ‘başarabilir miyim bilmiyorum ama doğru yolda gittiğimi biliyorum’, işte ben de onun kesinlikle doğru bir adam olduğuna inanmaya çoktan başladım bile.  

10 Aralık 2012 Pazartesi

DİŞE DİŞ İSTANBUL



Galatasaray- Fenerbahçe Derbi Tarihi Üzerine

1909 tarihi bir çok açıdan önem taşır. Türkiye’de artık cemiyetlerin, kabinelerin düşürüldüğü zamanlara denk gelir sene. Yazdığı yazılar yüzünden vurulan gazetecilerileri de içine alır. Aynı zamanda dünyada da ilkler gerçekleşiyordur 1909’da. 

Ama İstanbul için tüm o gergin dönemlerin, dünyadaki şaşkınlıkların dışında farklı, rahatlatıcı, keyfi o ortam düşünüldüğünde içten bile olmayan bir ilk söz konusudur. Aynı şehrin, iki asil takımı bir dostluk maçı düzenleyerek, futbolu bir kurtarıcı olarak koyuverir ‘Papazın Çayırı’ çimlerinin orta yerine. İstanbul gürültüden, tezahurattan, destekten kendi sesini duyamaz halde kala kalır bütün o siyasi süreci aşıp geçerek, hatta tekmeleyerek.

Galatasaray ve Fenerbahçe derbilerinin en önemli özelliği de işte budur. Aslında iki rekabetin, bütünleştirici olması. Yani yoran İstanbul’u bir anda dize getirecek kadar önemli bir insan kalabalığı seyre çekmesi. Aynı zamanda başa gelen, sinir bozan ve düşünmekten alı koyamadığımız onlarca sorunu iki saatliğine de olsa kapı dışı edebilmemizi sağlar bu derbi. Yani ezeli rekabet aslında bir kurtarıcı, iyileştirici, her zaman için bütünleştiricidir.

Galatasaray ve Fenerbahçe derbilerinin çok başka bir özelliği de vardır. Dünyanın en büyük derbilerinin belirgin, temelden oluşmuş ve genelde düzeltilmesi zor sorunlar üzerine geliştiğini söylemek yanlış olmaz. Örneğin; Roma ve Lazio’nun ideoloji üzerinden adeta savaşıyor olması; Manchester United ve Arsenal’in ticari anlamda yarışlarının getirileri; West Ham ve Millwall’un yine ideolojik ve sınıfsal olarak birbirlerinden nefret edercesine devam eden kan davaları, Real Madird ve Barcelona’nın tamamen ülkenin siyasal ve ideolojik sınırları üzerinden oluşmuş zıtlıklarının etkileri birer derbi nedeni oluşturur ve bunlar değişmez, düzeltilemez. Üstelik taraftarları için de bir futbol kulübü olmanın ötesinde anlam ifade eder.  Ancak İstanbul’un iki dev takımı arasında dinsel, ırksal, ideolojik anlamda bir zıtlık ya da savaş söz konusu değildir. Spor üzerinden, belki biraz sınıfsal farklılıklarla taraftarlıkları büyüyen ve bütün ülkeye yayılmış olan iki takımın, garip ama muhteşem rekabetidir basitçe. Bu bütün spor kulübü için geçerlidir. Yani Fenerbahçe ve Galatasaray’ın tüm spor alanlarında birbirleri üzerine üstünlük sağlama gayesi bulunmaktadır.

Sarı tonları farklı, kırmızıyı ve laciverti ikinci renk olarak kendilerine seçmiş olan iki büyük takımın tarih üzerinde maçları da, kendi büyüklüklerini aratmamaktadır. Her derbi, muhteşem bir rüzgarı da şehre serbest bırakır.  Bu dostane başlayan ve dostane olması gereken derbi çoğu zaman, özellikle son 10 senedir kendisini şiddetli, kuvvetli ve acımasız olarak da göstermektedir. Yani yaralanma olaylarını, atılan maddeleri, yanan bayrakları ve bu gibi bir çok şiddet içerikli sahneyi beraberinde getirmiştir son seneler. İçinde ne ırkçılık, ne din sorunu, ne de diğer hiç bir sorun olmamakla beraber, iki grubun bu denli birbirinden nefret ediyor olması garipsenecek, hatta sosyoloji anlamında açıklanması da zor bir sonuçtur.

Dile kolay 102 yılını aşan bir rekabetten bahsediyoruz aslında. Emin Bülent Serdaroğlu ilk golle başlattığı, beklentisi tüyleri diken diken yapan ve maç sırasında mütemadiyen zaman durduran derbi macerası, nasıl ve ne zamana kadar bu şekilde devam edecektir bilinmez ancak içinde hiç bir kötü ayrımcılığı barındırmayan yarış, daha da dostane sahnelere olabildiğince çok sahip  olmayı amaçlamalıdır.


Aslında dünya derbilerinin tarihsel süreçlerini incelemek bir yana, tamamen farklı bir karaktere sahip olan Galatasaray, Fenerbahçe derbi ve taraftarlık düzenlerini de sosyolojik anlamda derinlemesine incelemek gerektiğini düşünüyorum ben. Bu taraftarlık kültürünü amacı olmayan bir destek süreci olarak değerlendirmenin de cahilce ve bir tür yorum yanlışı olarak düşünüyorum. Yani demem o ki, İstanbul takımı olsa da bütün ülkeye yayılmış olan taraftarlıklarını, ticari, endüstriyel veya ekonomiksel olarak yorumlamanın ötesine geçmenin, taraftar karakterlerini de ortaya çıkarmak adına büyük önem taşıdığını iddia ediyorum.

İstatistikleri ne olursa olsun , yenilgileri, yengileri, olayları, maceraları, taraftarları, formaları, savaşları, barışları ve renkleriyle Galatasaray, Fenerbahçe derbileri hayatımızın senelik takvimlerinde hep önceden işaretlenen günler gibi oldu ister istemez. Üstelik bunun için bu iki takımdan birinin taraftarı olmak da gerekmiyor. Türkiye en zor anlarında sarıldığı bu derbilere aşık olmaya devam edecek, tıpkı futbolun dünyayı daha iyi bir yer yapma çabası gibi; bu derbiler de futbolu daha güzel yaparak etkisini genişletmeye çabalayacak.  

Ama bu derbileri unutulmaz kılan, İstanbul’u dişe diş yapan, taraftarı coşkulu yapan, kan davalarından ya da ezeli rekabetten daha başka bir şey, daha devrilmez ve daha gerçek bir neden var;

Yani işte diyoruz ya bugünlerde 6 harfli bizim aşkımız, üstelik başa gelince vazgeçilmesi en zor aşk  diye; futbol!.  

5 Aralık 2012 Çarşamba

Siyah Eldivenle Yumruklanan Kafesler



-1968 Meksika Olimpiyatları- 

O zamanlar ateşi medusaların yaktığı, ısrarla hassasiyetlerin saklandıkları, tartışılması gereken hiç bir konunun gün yüzüne çıkmasına izin verilmeyen zamanlar. Bu yazıyla, tepkinin yeniden sporda ırkçılığı durdurmaya karşı yükselen seslerin arasına karışması için başlayacağım o zamanları anlatmaya.

1968 Meksika’yı efsaneleştiren bir sürü olayla olimpiyatlar, içinde devrim, taşır. Aslında sporun bize getirdiği onca sorulardan birine cevap verircesine içten ve tartışmalı gelir üstelik. Dünyanın diğer yerlerinde neler olduğu değildir artık önemli olan çünkü, 1968’da Meksika tüm dünyayı ilgilendiren bir olaya sahne olur. 

            Spor iyi yönde kullanılırsa, tüm dünyayı değiştirebilecek kadar büyük, iyi bir güce sahiptir, sadece bu gücün kimin elinde olduğu önemlidir anlayışını neredeyse kanıtlamak üzere olan bir olay 1968’deki. Tüm dünyadaki gibi isyan etmek üzerine kurulu bir akımın çizgisini resmeden 3 kişi bu gücü nasıl ve nerelere yönlendirebileceklerini kanıtlamıştır. 

            1968 yılı, 3 kader arkadaşının, aynı noktada, madalyalarıyla buluşmaya karar verdikleri gündür. O gün onlar için tıpkı tüm dünya için de olduğu gibi dönüm noktası ve devrim niteliği taşır. Kadere inanmayan ve kara eldivenleri göğe kalkan iki Afrika kökenli Amerikalı o zamanlarda kimseye kolay kolay gelmeyecek bir şansı değerlendirirler. Bu, sonu onlar için ağır bitecek bir kaç dakika, onların cesaretleriyle kimsenin boy ölçüşemeyeceğini göstermiştir. 

            John Carlos ve Tmmie Smith Amerika adına birinciliği ve üçüncülüğü almıştır 1968 Olimpiyatlar'ında. İkincilik ise Avustralya'lı Peter Norman'ın olmuştur. Seremoni hazırlıkları tamamlanmış, basamaklar yanyana dizilmiştir. Madalyaya sahip olan 3 kişi kulis arkasında çok daha farklı bir planın, kısacık bir protestonun hazırlığına başlamışlardır. Martin Luther King gibi şiddeti uzaklaştıran ama her zaman direnişin, entellektüel taraftarı olan önemli bir savunucunun etkisi, kuliste serbest bırakmıştır ruhunu. 

            Carlos ve Smith, onlarla beraber aynı kürsüde olacak olan beyaz arkadaşları Norman'a gidip 'insan hakları için' neleri göze alabileceğini sorarlar. Bu duruşun destekçisi olacağını, arkalarında durmaktan çekinmeyeceğini söyleyen Avustralya'lı belki de bu iki siyah atletten çok daha büyük bir cesaretle ve insanlıkla dahil olmuştur eyleme. 

            Saati geldiğinde bu iki atletin fakirliğe gönderme yaparak çoraplarıyla merdivene çıkması tüm dünya için fitili ateşleyen olay olmuştur. Amerika marşı okunduğunda, siyah eldivenlerini, yumruk yaparak kaldıran atletlerin bu hareketinin Norman tarafından yönlendirildiği bile söylenir. Tarih bu olayı, olimpiyatlardaki rekorlarda, ödüllerden daha canlı hatırlayacaktır artık. Bu bir kaç dakika dünyada herşeyi değiştirecek olan bir tepkinin başlangıçlarından birini oluşturmaktadır. Spor, tıpkı Dave Zirin'in dediği gibi 'direniş' için de 'mücadele' için de kullanılabileceğini açıkça belli etmiştir. 

            Bugün futbolda derin bir ırkçılık karşıtlığı başlatılmışken, tarihte, ufacık tepkilerin nelere mâl olduğunu görmek insanın tüylerini ürpertiyor. Bu protesto ardından atletler kendi ülkelerinde kınanıyor, olimpiyatlardan men ediliyor. Hatta bu olan bitene destek veren Normal 2006'da gözleri sonsuza kadar kapanana dek kendi ülkesi Avustralya tarafından 'nefret edilen' kişi ilan ediliyor. Sonunda tabutunu omuzlarında tutanlar ise kader arkadaşları Carlos ve Smith oluyor, neredeyse onlarca yıldır birbirlerini görememiş olmalarına rağmen.  

            Zamanında sayısız kişi bu direnişler için bedel öderken, sporun saf tarafını bunlara dahil eden ufak protestolar her zaman dünyayı sarsan ateşler olmuştur. Bugün hala tartışılan, değiştirilmeye çalışılan bu zihniyet, sporun, olimpiyatların herkesi eşit yaptığı düzeninde yer edinemez hale getirilmeye çalışılınıyor. Buna dair sosyal kampanyalar, tepkiler, imzalar, demeçler ortaya konuluyor. Yani aslında kas sistemleri düşünüldüğünde sporda çoğu beyazdan daha zirvede olabilen fizikleriyle siyah sporcular, beyazlarla sporda bile eşit olabilmek için çırpınıp durduğu dönemlerden kurtulup, koşmaya devam etmek istiyor. 

            Aslında sporun neleri ifade edebileceğini, sporu sadece uyuşturan bir eylem olarak gören Eagleton'ın yazısına  cevaben 'guardian' yazarı Zirin 'siyah eldivenin selamını' örneklerine ekleyerek oldukça net ifade ediyor. Tarih sporu, dünya düzeninde herkesi 'bir' yapabilen tek şey olarak hatırlamaya kararlıyken, buna direnmenin yersizliğinden, heyecanıyla insanların başını döndürme gücünün kabul edilmesi gerektiğinden bahsediyor. 

            1968 Meksika Olimpiyatlar'ı olanı biteni, siyah beyaz ruhu ve insan haklarına yönelik kendini genişçe ifade eden tavrıyla, diğer bir çok spor organizasyonundan farklı olmayı başarmış ve dönüşümleri başlatan bir spor müsabakası olmuştur. 

            Bugün hala Norman rekorları kırılamaz, diğer iki sporcunun gösterdiği yürekliliği gösteren atletler bulunamazken, kulis ardında bir beyazın, dünya düzenini değiştirmeye yönelik kurulan cümlesi, yazık ki hala daha cesurca bulunur; 'Evet, bütün kalbimle insan haklarına ve tanrıya inanıyorum; ben eyleminizi destekleyeceğimi bana ne yapmam gerektiğini söyleyin!'