Hürriyet

23 Ekim 2014 Perşembe

DEĞİŞMEYEN TEK ŞEY; FUTBOLUN PASLANMAZ İDOLLERİ


Fransız düşünür Albert Camus ‘Hayat ve ahlak hakkında bildiğim her şeyi futboldan öğrendim’ demiş zamanında. Bunun bir çok sebebi var; 22 tane toplum liderinin 90 dakika boyunca bizi eğitiyor oluşu mesela.

            Futbol, bir çok anlamı barındırıyor içinde. Bunca zaman boyunca da evrimleşerek, daha da yükselerek hegemonik bir olgu halini almış. Coğrafyalara göre dereceleri değişse de, dünyanın hemen hemen her yerinde sözü geçen bir güçten bahsediyoruz. İnsanları ayartan, hipnoz eden ve çıldırtan bir oyundan.
‘Futbol asla sadece futbol değildir’ derken, içindeki anlamları, yaptırım gücünü de hesaplamış Simon Kuper. Barındırdığı hırsı, gücü, felsefeyi ve siyaseti de düşünmüş. Dünyanın en büyük ekonomilerinden biri olan futbol sektörünün artık sadece eğlence için bir araya gelinen bir spor olmadığını açıkça görmek mümkün.
           
Futbolun değişen şeklinin sadece trendler olmadığını, oyun düzenleri olmadığını biliyoruz. Değişen adamlar ya da taktikler de değil. Bu konuyla ilgili en güzel tesbiti Şenol Güneş yapmış zamanında: ‘Eskiden futbolu fakirler oynar, zenginler seyrederdi. Şimdi ise zenginler oynuyor, fakirler seyrediyor.’
Ancak tüm bu değişimler bile tek bir konunun etkisini ve gücünü farklılaştıramıyor. Futbolun, içinden herkes için idol çıkaran belki de tek şey. Bazıları fikirleriyle etkiliyor, kimileri hızıyla, kimileri getirdikleri yenilikler ya da attıkları gol sayılarıyla. Hatta yaşam tarzları, karmaşık aşk hayatları veya kırmızı kartlarıyla karanlık idollerimiz de mevcut. Nasıl olursa olsun, bu eğitmenlerin milyarları etkileyen auraları futbol tarihinin en sonsuz ve güzel konularından birisi.
           
Dünya kupası tarihinde hepimizi heyecanlandıran, kimilerimizin yaşı yetmediğinden videolarla büyülendiği siyah beyaz ya da renkli onlarca hatta yüzlerce isim var geçmişten bugüne gelen. Ben zaman aralıklarına göre 1940’lardan günümüze temsilen örnekler seçebildim ancak. Dünyanın en önemli etkilerine ulaşmaya çalıştım. Bugün, bildiğimiz futbolun mimari büyücüleri çekmeye çabaladım yanı başımıza.


            İlk olarak pizzanın topraklarına uçalım, gecikmeden. Yeni neslin canlı görmesinin ne yazık ki mümkün olmadığı, ancak İtalya futbolu için bir efsane olan Giuseppe Meazza bunlardan sadece birisi. 1910 doğumlu Milano’lu futbolcu hala daha kırılamayan ilk sezon gol atma rekorunun sahibidir. Inter Milan taraftarı için bir ikon, gerçek bir öncüdür. Onun en önemli özelliği, dünya futbolunda bir yıldız olarak gündeme gelmeye başlayan ilklerden olması. Bu anlamda aslında futbolcular üzerinde reklam sektörünü yaratan isimlerden. Hayatıyla, tavırlarıyla, çocukların saçlarını onun gibi yapmayı seçtikleri isimlerden biri olsa da, İtalya’nın ‘kötü’ çocuklarındandır. Maçlara bir kaç dakika kala uyanarak, yetişme çabalarıyla da bilinen, bugünkü futbolcu profilinin çok uzağında bir isimdir. Tabii uykusu açılmadan hat-trick yapabiliyor olması da yetenek anlamında nasıl bir efsane olduğunun kanıtı. Dönemin Milli Takım Teknik direktörü Vittorio Pozzo, Meazza’nın efsaneleşme nedenini çok basit bir cümleyle açıklıyor;  ‘Ona sahip olmak, maça 1-0 önde başlamak gibiydi’.

            Çizme’den karşılara, Güney Amerika’ya gitmeden olmaz elbette. Brezilya’nın en favori efsanelerinden birine gidelim. Pele’den önceye yani onun ikonu olmuş olan Thomaz Soares da Silva’ya yani nam-ı diğer; Zizinho. 1939 yılında başladığı futbol hayatında Brezilya’nın şimdiye kadar gelmiş geçmiş en mükemmel futbol ayaklarından biri Zizinho. Pele’nin durmadan dile getirdiği haliyle, o gerçekten bütün bir paket gibi tüm özelliklere sahipti. Futbol düzenini, sınırlarını genişleten, değiştiren unutulmaması gereken bir oyuncuydu. Tüm pozisyonlarda oynamış olması bir yana, falsolu vuruşları ve mütemadiyen dinmeyen hızıyla hala gözlerin önüne gelen bir estetiğe sahipti. Brezilya’nın reklam ikonu olan Zizinho, buna rağmen Brezilya’nın 1950 Dünya Kupası’nı 2-1 skorla Uruguay’a kaybetmelerinin suçlusu olarak da gösterilmiş. Alnına dağlanan bir kaybediş, 80 yaşında kalp kriziyle hayata gözlerini yuman efsanenin her zaman en büyük acısıymış. Bu karanlık ize rağmen Milan’da bir gazetenin onu tasviri, tüm Brezilya halkı için bir tanımlama diyebiliriz; ‘Zizinho, Leonardo Da vinci gibi, Maracan’ın çerçevesi içinde, harika hareketleriyle sanat yapıyordu.’

           
Hızla kuzeyin karlı tepelerine gidelim ozaman. Grinin hakimiyet kurduğu, kurtların ayak izlerini bıraktığı ormanların mucizevi kraliçesi Moskova’ya ya da o zaman dahil olduğu topluluk adıyla Sovyetler Birliği’ne. Lev Yashin, nam-ı diğer ‘Kara Panter’ bir çok kalecinin öncülerinden biri. Futbol tarihinin gelmiş geçmiş en iyi futbolcularından birisi olarak gösterilen eldiven, özellikle akrobasinin kale korumadaki ihtiyacını ilan eden ilk isimdir. 1.89 boyundaki dev adam, tüm özellikleri bir yana, en çok da imkansıza yakın kurtarışlarıyla tanınır.  En önemlisi de kalecilik kurallarını koyan ve pozisyonu defansif anlamda tamamen değiştiren bir yetenektir.  ‘Yılın en iyi futbolcusu’ ödülünü almış olan tek kaleci olarak da akıllara kazınan altın eldiven, 1929 doğumlu. Sovyetler’in dağılmasından hemen önce gözlerini hayata yummuş, siyah beyaz futbol sayfalarının yazdığı en sağlam karakterli isimlerden birisidir.

Ah, evet hepimiz sambacı kızlara bayılıyoruz, o zaman sanırım sizi Güney Amerika’ya geri götürsem daha iyi olacak. Çünkü sambanın en sansasyonel kadınlarından biriyle, kendi kötüleşen kariyerini birleştiren ama yine de bir efsane olarak sarı - yeşil halkın idolü olacak olan Garrincha’yı yazıya konuk etmezsek ayıp olur. Futbolun ayağına bu derece yakıştığı çok az adam vardır tarihte. Tüm inişli çıkışlı yaşantısına rağmen, talihsiz ölümü ardında mezar taşı, bize onun özünde nasıl biri olduğunu anlatır; ‘O çok tatlı bir çocuktu, kuşlarla konuşurdu’. Evet, Brazilya’nın en iyi top süren isimlerinden birisidir. Üstelik bacağındaki anatomik bozukluğa rağmen gelmiş geçmiş en başarılı sağ açıklardandır. Ancak bir süre sonra bu bozukluk nedeniyle futbol oynayamamaya başlayan yıldız, alkolik olarak, ne yazık ki sonunu getirecek olan siroza davetiye çıkarmıştı. Güney Amerika’nın laneti olarak da gösterilen ‘umursamazlık’ Garrincha için de geçerlidir. Ancak tüm bu yıldızların ortak noktası bu olunca, başarının yolunun da ‘sadece zevk almak’ kuralından geçtiğini gözden kaçırmamak gerek.


Dünyaya büyülü topraklarından yüzlerce idol ve lider futbolcu tanıtan fabrika Güney Amerika’da biraz daha kalıyoruz. Duruşunu ve futbola olan düşkünlüğünü hiç bir zaman değiştirmeyen efsaneyi nasıl unuturuz? Pele, kendi nesliyle günümüze kadar gelen tüm nesilleri futbolda bağlayan en önemli isim. Dünya tarihinde en çok gol kralı olmuş, yaşayan en büyük efsane olan Brezilya’lı forvet, bir çok kişi için, bir iş ‘nasıl yapılmalıdır?’ sorusunun cevabıdır: aşkla, tutkuyla ve bıkmadan. Pele, tüm dünyada izlemek için dağlar delinen, geçitler açılan, denizler kurutulan bir futbolcu. Siyah İnci, futbol hayatında bir efsaneydi evet ancak onun bu tarafını devam ettiren aynı zamanda futboldan sonraki yaşamı da oldu. UNESCO için savaş verdi ama en önemlisi de üretmekten hiç bıkmayan bir yazar, barış elçisi, Brezilya halkının haklarını savunan bir aktivist olarak kaldı. Uyuşturucu için başlattığı kampanyalar ve düzenli hayatıyla örnek olduğu koskoca bir ülkeye ikon oldu. Herkes efsane olabilir ama bu şekilde kalmaya devam etmek, yaşarken insan olmaya devam etmek de Pele’nin duruşunun güzelliği olsa gerek.


            1957’ye gelelim ve Avrupa’nın unutulduğu düşünülen ucuna, Lizbon’un karmaşık ülkesine Portekiz’e gözatalım.  Benfica’nın en çok gol atan ismi; Eusebio. Kuşkusuz hızı ve güçlü şutlarıyla herkesin hatırladığı bir isim. Portekiz’in çıkardığı gelmiş geçmiş en özel futbolcu olarak gösterilen Mozambik asıllı forvet, çok yakın zamanda, bu senenin 5 ocağında hayata gözlerini kapadı. 733 golle bütün zamanların en iyi forvetleri arasında en üstlerde yer alan Eusebio, Benfica’nın zirve dönemlerinin mimarlarından birisi hiç şüphesiz. Benfica ve Portekiz arasında elçi olarak, futboldan sonra da köprü olmaya devam edecek olması da, onun sadakat timsali bir insan olduğunun kanıtıdır.  

           
            Tabii futbol sistemlerinden birini yaratan, kendi diliyle deniz seviyesinin altındaki topraklara gitmeden olmaz. Hollanda değirmenleri bize karşı dönerken,  fikirleriyle hiç düşmeden ilerlemiş, futbola tarz ve taktik getirmiş, düşünen adamlardan birini hatırlayalım şimdi; Johan Cruyff. Kendi adında özel hareketini futbol lugatına sokabilen kaç futbolcu vardır ki? Cruyff dönüşü; rakibi allak bullak eden ama her futbolcunun uygulayamayacağı incelikte etkili bir harekettir. Tüm futbol hayatı boyunca çevikliği, çalımları ve herşeyden önce estetiğiyle tanınırdı. Onun Avrupa’da ‘Yılın futbolcusu’ ödülünü alan ilk Hollanda’lı oldğunu da belirtmek lazım. Cruyff still ve düşünce olarak futbol tarihini etkilemiş olan en önemli isimler arasında geçer. Onun taktikleri Arsene Wengen, Josep Guardiola gibi sürekli isimlerini duyduğumuz teknik adamları da etkilemiştir. Ona göre bir futbol takımı, sabit kalmamalı. Her oyuncunun kendi mevkii dışında da iş yapabiliyor olması gerekir. Alanının çevresi geniş tutulmalı, rakibi şaşırtan hameleler yapılmalıdır. Hiç bir futbolcu yeri doldurulamaz değildir. Her futbolcu ortasaha, forvet ya da defans olabilir, olmalıdır. Bir takım olmanın yanı sıra, boşlukları doldurmanın, beklenmedik anlarda sıkıntıya düşmenin önünü almanın tek yolunun bu olduğunu söylemiştir. Başta da dediğim gibi; bazı insanlar düşünürler ve düşündüklerini akım haline getirebilenler ekol yaratırlar. Cruyff hiç kuşkusuz en etkili idolerden birisi.




            1964 senesinde devam edersek yolumuz komşuya çıkar. Orta Avrupa’nın en keskin ülkesi Almanya’nın nağm-ı diğer ‘imparator’u Franz Beckenbauer de özellikle libero mevkiine kazandırdığı yeni karakter ve modernize stiliyle tanınır. Defanstan topla çıkışları ve sürati futbol taktikleri düzenini değiştiren bambaşka bir tat olmuştur. Bu tarihten sonra gitgide hızlanan, süratlenen ve güzelleşen futbolu izlememiz mümkün.   
            Hazır komşu demişken, en romantik şehrin ülkesi Fransa’ya da uğramadan olmaz elbette. Michel Platini burada akla gelen ilk isim. Günümüzde onu UEFA’nın başkanı olarak bolca duyuyoruz. 3 kez Avrupa’nın en iyi futbolcusu ödülünü art arda kazanan ilk isim de Platini’dir. Platini futbolu bir spor olarak görebilen mantelitesiyle, onu geliştirmek ve sevdirmek için çok emek vermiştir. Fransa’nın şövalyesi, aynı zamanda döneminin en estetik oyuncularından da birisidir. Üstün gol atma yeteneği, düşüşe geçmeden, jübilesine kadar onunla olmaya devam etmiş. Yaptıkları, hem Fransa için hizmetleri hem de dünya futbolu için katkıları nedeniyle, dünyanın gelmiş geçmiş en iyi ve önemli Fransız futbolcusu olarak anılmaktadır.

            Evet biliyorum biraz yaramazlık için Avrupa’ya koca bir ara verip futbolun tanrılığını ilan ettiği topraklara geçmek istiyorsunuz. Elbette ki Diego Maradona’yı bir an önce anmak istiyoruz. Arjantin, Maradona’nın krallığını bağırdığı bir ülke. Tüm eleştirmenlerce futbol tarihinin en iyisi olarak kabul görmüş ama bir okadar da sansasyonel karakteriyle iki kez transfer ücreti rekoru kıran tek futbolcudan bahsediyoruz. 2002 senesinde FIFA tarafından ‘yüzyılın futbolu’ seçilen golün ve tabii dedikoduların ardında skoru elde etmesiyle kaldığı ‘tanrını eli’ golüyle tarih sayfalarına kazınmıştır.  Onu anlatmaya gerek var mıdır bilinmez ancak ada futboluna transfer olmaktan son anda vazgeçen, İtalya’da, Napoli sayesinde neredeyse Arjantin’deki kadar çok sahiplenilen, dünyanın bir dönem en çok konuştuğu futbolcusu Maradona’yı futbol her zaman özlüyor sanki.

             Kuzeye doğru çıkarsak, Dünya Kupası’yla bağlantılı acı hikayeleri, karışıklıkta hiç bir ülkenin yarışamayacağı atmosferi ve inatla ülkesinin adını temize çıkarmaya çabalayan Escobar çocuklarının ülkesini hemen herkes hatırlayacaktır. Carlos Valderrama gelmiş geçmiş en iyi Kolombiya’lı futbolcudur. Sapsarı kıvırcık saçları ve buna tezat olan bıyıklarıyla herkes için karikatürleşen bir orta saha. Maç sırasında enerjisini tassarruf edebilen, çok kıvrak bir zekaya sahip olduğu için, özellikle 1990’ların en  çok taklit edilmeye yatkın futbolcularından birisiydi. Santa Marta’daki heykeli, onun Kolombiya için ne kadar önemli olduğunun kanıtıdır. Tam da arzuladığı gibi ülkesinin temiz yüzü olmayı başarmış, dışarıya elinden geldiğince başarıyla topraklarını tanıtmıştır.
           
            Artık daha çok hatırlamaya başladığımız anılara, son Dünya Kupaları’nın kahramanlarına ve isimlerine doğru ilerleyebiliriz. Mesela Balkanlar’ın Maradona’sı Gheorge Hagi, Pele’nin en iyi futbolcular listesine girmiş tek Romanya’lıdır.  Kendi ülkesinde bir kahramandır, üstelik bizim için en tanıdık haliyle Galatasaray’da jübilesini yapan orta saha, Türkiye için de gerçek bir idoldür. Yine Avrupa’da gelmiş geçmiş en teknik oyuncu olarak bilinen, becerikli paslarıyla göz doldurmuş olan Dennis Bergkamp da uçak fobisine rağmen dünyayı dolaşmış, İngiliz futbolcuları tarafından dönem dönem yılın futbolcusu olarak gösterilmiş bir forvettir. Hollanda’nın bilinen en önemli ve zeki futbolcularından biriydi. Almanya dendiğinde akla kaledeki asil duruşuyla her zaman ilk gelenlerden olan Oliver Kahn’ı atlamak olmaz elbette. Art arda kazandığı ‘en iyi kaleci’ ödülleri ve kale korumanın kurallarını yıkan tekniğiyle bir efsane oldu. 2002 Dünya Kupası’nda en iyi oyuncu seçilmiş ve Altın Ayakkabı kazanmıştı. Almanya’nın oturaklı düzeninin içinden çıkmış biri olarak, stresle mücadelesi her zaman örnek alınmış bir karekterdi. Arjantin’in Maradona efsanesinin üzerine bir efsane olmak her ne kadar imkansız gibi olsa da Gabriel Batistuta, Arjantin Milli Takımı’nın en çok gol atan ismi olarak, bu konu da oldukça iddialı bir adım atmış. 3 ayrı ligde gol krallığı var. 1998’de Arjantin’in en iyi futbolcusu onurunu da kazanmıştı. Tabii şimdilerde sportif direktör olan, bir dönemin yakışıklılığıyla gazetelerde en çok boy gösteren futbolcusu Figo’yu da selamlamadan olmaz. Portekiz Milli Takımı’nın formasını en çok giymiş futbolcu ünvanına sahiptir. Aynı zamanda 2001’de gerçekleşen Real Madrid transferiyle dünyanın en değerli futbolcuları arasına da girmeyi başarmıştır.

            Avrupayı hızla gezerken bir efsane, futbol felsefecisi ve taktik ustası, gerçek lider Zinedine Zidane’a uğramak şart. Fransa’nın, Cezayir asıllı efsanesi, dünyanın en çok resmedilen, konuşulan, karakteriyle örnek alınan isimlerinden biridir. Üstelik oyun kuruculuktaki yeteneği, takımdaki liderlik gücü hala daha örnek gösterilen, eşi benzeri henüz gelmemiş, döneminin bu açıdan çığır açan son ayağıdır. Fransa’nın bugün de ismini aşkla andığı gurur kaynağı Zidane, Cezayir için de aynı derece de özeldir. Horozlar’ın 1998 senesinden itibaren farklı oynamaya başlamasının, yeni bir düzen kazanmasının mimarıdır. Bir de, Zidane da, maçlarda kendine hakim olamadığı anlar konusunda oldukça çömerttir.

            Evet, kendine hakim olamama konusuna gelirsek, aklımıza aynı toprakların adamı olan ama çoğumuzun Manchester United ile tanıdığı Eric Cantona gelir elbette. Oyunculuk yaptığı için hala daha çevremizde yüzünü gördüğümüz oyuncu, bir nevi anti kahraman da denilebilir. Ama çoğu insan için tepkileri, rahatlatıcı, doğru ve dürüst olarak kabul edilir. Her zaman mualif ve her zaman biraz daha isyankar olan yapısı onu hep fark edilir yapmaya devam etti. 90’larda kırmızı şeytanların motivasyon kaynağı olarak da kabul edilen bir ikon olmayı başarmıştı. Takımı güçlendiren, sürekli zorlayan ve motive eden tavırları, takımını sahiplenme şekli sonrasında gelen tüm lider futbolcular için bir nevi rehber niteliği taşır. Bu tavrı Manchester United taraftarının, tartışmasız sahiplenişine neden olarak ona ‘Kral’ lakabını verdirtmiştir. Oyun sitilinden çok, oyun içi karakteri ve takım bütünlüğü yaratan düşünce tarzıyla efsaneleşmiş, idolleşmiştir. Eh, bu kadar asi olunca, biraz disiplin sorunu da hemen ardından ister istemez gelmiş elbette.
           


            Bu dönemin ardı bizim henüz futbolu bıraktığına şahit olduğumuz, belki de hala oynayan, yeni gelen nesli içeriyor. Yani Eric Cantona ile beraber, hem imaj hem de futbol dışında her alanda idol olmuş olan David Beckham; dünyanın en iyi kalecileri arasında yerini almış olan Buffon; yine yaşayan en iyi oyuncular arasında gösterilen, kusursuz disiplini ve tekniğiyle Michael Ballack; ismini bizi de çok yakından tanıdığımız Nijerya’lı cambaz Jay- Jay Okocha; tüm süreçlerini geçirmiş olan ve karmaşıklaşan futbol sistemine, yeni falsolar dahil etmiş Brezilya’lı efsane Ronaldo; Portekiz’in Figo’dan sonra var olan ikinci en büyük yıldızı olan Christiano Ronaldo; Arjantin’in tanrısı futbolu, büyü olarak kullanan  yeni efsanesi Messi; sakin çalımcı, usta tekniğiyle izlemesi adeta zevk olan matador Iniesta; ukalalığı sevimli hale getirmiş, kaplan gücündeki Ibrahimoviç ve hatta artık çok daha yeni nesli başlatmış olan Neymar.


            Bunlara eklenebilecek, geçmişe dönük, daha genç ya da yaşlı; yaşayan ya da ölü onlarca, yüzlerce futbol efsanesi var elbette. Ancak futbola yeni boyutlar kazandıran, ileriye götüren, belki biraz daha karmaşıklaştıran, üstelik duymayı unuttuğumuz isimleri yazıya konuk etmeyi tercih ettim. Yeni dönemler, yeni nesiller daha ne harika isimler ve ayaklar getirecek bilemeyiz, ancak gencecik kadrolarıyla bu Dünya Kupası’nın getirisini, dünyayı sallayan işleri yavaş yavaş duymaya başlayacağımza eminim.

Her zamanki gibi futbol çadırı olduğu sürece, içinde birbirinden yetenekli ve şık cambazlar da var olmaya devam edecektir mutlaka.
             
            Hayatı futbol gibi keyifle yaşayan herkese selamlar.

           
                       
           
           

             

            

21 Ekim 2014 Salı

FUTBOLUN EVRİMLEŞTİREN GÜÇLERİ: EKOLLER



‘Futbol basittir. Zor olan basit futbol oynamaktır’ diye gerçek bir söz söylemiştir Cruyff. Gerçek olmasının sebebi, yaşamın her yerine uyarlanabilmesindendir. Yani asıl anlamıyla basit olmak zor olandır. Var oluş için artık neredeyse imkansızlaşan bir durumdur. Mesela basit olduğunda reklamlar daha çok dikkat çeker, basit olduğunda bir hikaye daha güzel anlaşılır, basit olduğunda bir film çok daha keyifli izlenir. Çünkü basitlik karşıdaki insanlara daha çok geçer. Iletişimi kuvvetlendirir, bu yüzden de sonuca daha hızlı varır. Cruyff’un da demek istediği budur. Basit oynarsanız, gerçekten temiz bir futbol oynarsanız, her zaman kazanırsınız. Bu da neredeyse imkansızdır.
           
Ütopik ekol; temiz futboldur, ancak günümüzde bu gerçekleştirilemediği için bu yazı da var olan, bildiğimiz ve dünyayı değiştiren futbol ekollerini konuşacağım.
            Herkese keyifli gelen futbol tarzı da farklıdır. Bunu zamanında tartışan yazarların sonuca varması mümkün değildi, sonuçlanamadı da. Kimisi sadece kazanmanın zevkini tercih eder, kimisi sürekli kaleye çekilen şutları izlemek ister. Ya da bazıları mütemadiyen sahanın içinde kısa mesafelerle dolaşan pasları izlemek isterken, kimisi savunma duvarına çarpan topların dönüşünden keyif alır.
           
Önce yuvarlak bir oyuncakla, önüne gelenin koşturduğu bir düzenden, futbol kurallarına dönüşen adayla başlıyoruz. Hepimizin bildiği gibi anavatan İngiltere, en baş ekolü temsil ediyor. En eski takım ve liglere ev sahipliği yapan hafif rüzgarlı ama bol yağmurlu bu topraklarda futbol, neredeyse insanların yaşam zincirinde yer alıyor. Üzerine filmler yapılan holiganlıkların çıkış noktası olan ülkenin futbolun bugünki haline gelmesindeki rolü hint kumaşı kıvamında. Günümüzde düzenler tamamen değiştiği için, hiç bir ülkenin aynı şekilde oynamadığı ekollerin ilk çıktıkları hallerinden bahsetmek daha önemli sanırım. Mesela uzun yıllarca bağlılıklarını hiç kaybetmedikleri sistemleri 4-4-2. Bu düzenin tabii oturaklaşmış bir kaç da kuralı var: defansda uzun boylu futbolcular yer alırken, kanatlarla beraber, sahanın geri kalanında daha hızlı ve topla ilerleyebilen futbolcular yer alıyor. Kısa paslaşmalara yoğunlaşmadan, uzun toplarla sonuca kanatlar yoluyla gitmek temelli bu ekolün makyajlı halini günümüzde bazı takımlarda görmek mümkün. Ancak en önemli özellikleri hızlı olmalarıdır. Hız, onlara keyif, bize gülümseme, sahaya da renk verir.  Ancak İngiliz ekolünü, şövalyeler bile artık tam anlamıyla uygulama taraftarı değiller. Neden çünkü? Değişmeyen tek şey, değişimin kendisi!

       Gelelim dünyanın klişeleşmiş sistemlerinden birisine. Yeşil, tutku ve savunma dediğimde aklınıza ne geldi? Ah! Evet ‘İtalya!’ diye bağırdığınızı duyar gibiyim. Italya sistemi çok nettir. Savunmada oyun daraltılır, birer gladyatör olan İtalyan jönler, rakibi bunaltır da bunaltır. Sonunda bir fırsat yakalanır da, eğer top öncü birliklere geçerse kontur atak yapılır. Bu sistem bir dönem efsane olmuştur. Hala daha savunmada İtalyan rüzgarı eserken, onalardan bu güçlü ismi almak neredeyse imkansız. Bu sistemin sahiplerine getirilen eleştiri, durağan futbol oynamalarıdır. Ama bir İtalyan ekoli almış gitmiştir başını. Tıpkı sanatta rönesans gibi, futbolda da yenilenmenin, değişimin öncülerinden olarak, ada futbol ekolünün üzerine yeni bir anlayış getirmişlerdir. Şimdi, aslında bu ekol için, topraklarının rahat güneşli karakterinin tersine oyun kontrolü önceliklidir. Yani toptan önce oyunu domine etmek üzerine kurulu olan, kazanmanın da ancak  bu yoldan geçeceğini kanıtlayan ekoldür. Dünyaya kabul ettirdikleri; futbol sadece bir eğlence değil, sonunda kazanılması gereken bir savaştır anlayışı oldu.
           
            Yeni bölgeye geçerken Gary Lineker’dan alıntı yapmak tam da yerinde olacaktır. ‘Futbol 22 kişinin oynadığı ve sonunda hep Almanlar’ın kazandığı bir oyundur’ derken aslında hiciv kullansa da, gerçek anlamında düşünüldüğünde doğdur. Çünkü Alman ekolü bize maçların 90 dakika olduğunu hatırlatan güçtedir. Kibirden uzak, takım olmanın bilincinde, tam da bir saat gibi herkesin bir fonksiyonu olduğu, kimsenin fazlalık kalmadığı bir düzendir. Almanlar’dan bahsedildiğinde hemen hemen herkesin aklına gelen ‘disiplin’ dir. Bu nedenle futbolda da, tıpkı hayatlarının her alanında olduğu gibi, bu alışkanlığı kullanarak bir düzen oturtmuşlardır. Yanlız bunu uygulamak okadar kolay değildir. Sonuçta yapmanız gereken şey soğuk kanlı kalıp, herşeyi, tüm seyircileri unutarak, hangi görevde olduğunuza odaklanmaktır. Bu bir tür alışkanlık olmadığı sürece de, insanın buna adapte olması oldukça sıkıntılı. Alman ekolünün taklitleri sistemsel olarak mevcut olsa da, asıl mantığını hiç bir zaman yakalayamadığı için başarısız olmaktan kaçınamaz. Ağırkanlı bu askerler, kolay kolay yenemeyceğiniz türden bir takım oluştururlar. Çünkü siz rüyalara dalarsınız, ama onlar hala gerçektedirler.

            Bir de bunun tam tersi sistemiyle, eğlencenin dibine vuran ekolleriyle Brezilya vardır. Brezilya ekolü dünyada yaygınlaşmayı başaramasa da, Güney Amerika topraklarında kabul görmüş bir sistemdir. Aslında bu tamamen toprağın sundukları, insan tipleri ve yeteneklerle alakalıdır. Her zaman daha savruk, umursamaz, eğlenceli ve hareketli olan bu toprakların ekolü de, güneşine yakışır bir şekilde heyecan vericidir. Koşarlar, zıplarlar, takla atarlar, şaşırtırlar, hatta sizi taraftarların arasında görüp gülümsemelerini sunarlar. Futbol, onlar için performans sanatıdır. Gol atmak için takımdaki her mevkii iş başındadır. Heryerden, her koldan golcülere destek gider. Hızlıdırlar, hiç durulmazlar, eğer psikolojik olarak iyi durumda ve fiziken de formdalarsa, önlerinde durabilenin vay haline. Sürekli gelen akınlar, karşı tarafı yıpratır, kanatır; sonunda ne yapar eder fileleri havalandırırlar. Asıl işleri keyiftir. Para verip stada gelen taraftarı daha çok eğlendirmek için herşeyi yaparlar.
            Bu futbol bir dönem çok tutmuştur. Özellikle yeni yeni dünyaya açılan Güney Amerika yetenekleri, Avrupa takımlarına transfer olmaya başladıkça, bu oyun tarzı daha da çok tanınmıştır. 98 senesinde adeta şiir gibi oynayan Brezilya takımları, eğlencenin ne demek olduğunu göstermişti. Ancak günümüzde daha çok fiziğe dönen futbol için yavaş yavaş ününü kaybeden bir ekoldür. Ne yazık ki şimdilik bu yeteneklerden de çokça bulunmamakta.  

            Boğalarla kendini sınayan bir millet olunca konu, sahadan terlemeden çıkmak elbette mümkün değil. İspanya, dünayaya kabul ettirdiği Tiki-taka sistemiyle başımızı döndürmekte çok yetenekli. Mütemadiyen devam eden kısa pasların, sonunda kaleye gidebileceğini kim bekler ki? Manuel Jimenez, bu sistemin en iyi temsilcisi olan Barcelona için şöyle demişti; "Barcelona, topu sizden alıp bir daha geri vermeyen kötü çocuklar gibi". Bu hareketliliğin ve oyalamanın hemen ardında, hiç beklemediğiniz bir anda sizi bir golle yakalayabilirler. Bu sisteme göre koşu ve top sürme olabildiğince minimum tutulur. Üstelik hava topları dediğimiz, o kestirilemez büyülerden de ortalıkta neredeyse hiç olmaz. Top hep yerdedir, yer çekimine boyun bükerek, daima toprakta kalarak ilerler. Son dönemde ününü kaybeden ve yavaş yavaşda gücü zayıflayan bu ekolün çok sıkı taraftarları var elbette. Izlemekten sıkılan ve sonucu görmek isteyen birileri olduğu gibi, bu oyunun çok estetik göründüğünü düşünene çok sayıda insan mevcut.  Özellikle son dönemlerin öne baş gösteren ekollerinden biri olduğu için, kalıcı ya da geçici olup olmyacağını hep beraber göreceğiz. Ancak genel yardı; bu futbolu temsil eden futbolcuların ardından, Tiki-taka sisteminin kullanılmaktan vazgeçileceği yönünde.
           
            Son olarak belki de futbol tarihini değiştiren, ekolleri farklılaştıran, Barcelona’nın da bugün oynadığı futbolun başlangıcı olarak bilinen Hollanda sistemini es geçemem elbette. Hollanda futbolu, Cruyff’un alt yapısını oluşturduğu yep yeni, keyifli futbolla, futbola heyecan katan bir sistem oluşturmuştur. Keyif veren, bol gollü seyirleri bize yaşatan