Hürriyet

28 Kasım 2012 Çarşamba

Fırtına, İhtilal ve Efsane’de Açılan Yaralar




-Trabzonspor Üzerine-

Trabzonspor üzerine kitaplar yazılmış, araştırılmalar yapılmış bir kulüp. Yani başarılarla dolu bir tarihe sahip kuzey atlıları. Onlar üzerine konuşmak, yazmak bitmez; sonu gelmez bir kuyu gibidir. Ne kadar geriye dönseniz de hep bir önceki vardır. Onların başardıkları, onurlandırılmalarından büyüktür. Dünyanın, bütün futbolcuları kendi elinde dallanan budaklanan tek takımı, bütün enerjisini; taraftarında öfke uyandırırcasına bütün ruhunu kaybetmiş durumda şimdilerde. 

Yani hani bir zamanlar güneşin doğuşuna karşı koşan takımın, neleri temsil ettiğini unutmuş olmalarından bahsediyorum. Aslında futbolun sadece para değil sadece bir endüstri değil; bir inanç meselesi olduğuna inanan bir grup adamın bordo mavi için savaşını, hafızalardan nası silip attıklarından bahsediyorum. Yani ilk şampiyon olan Anadolu kulübü olma ünvanını, göğüslerini gere gere neden taşımadıklarını anlamadığımdan bahsediyorum.

Trabzonspor bir zamanlar gerçek sporcular yetiştiren, ülkenin belli değerlerini de işin içine katıp, koskoca İstanbul’un şaşalı takımlarıyla aşık atan, güçlü, inançlı ve efsaneler yazan bir takımdı. Önce Beşiktaş’ı sonra Fenerbahçe’yi  yenerek; İstanbul’u fethedebileceklerini kanıtlayanlardı onlar. Hatta en uzun süre kalesinde gol görmeyen panter Şenol Güneş, Trabzonspor’u ay yıldızla onurlandıran, nam-ı diğer Fırtına yani Ali Kemal, Karadeniz gerçek çocuklarından biri olan 'çalımcı' İskender, Türkiye'nin içinden çıkardığı en iyi liberolardan olmayı başaran ve kendi konsantrasyonuyla muhteşem bir istikrar sergilemiş olan Necati, ay yıldızı üzerinde taşıma süresi açısından unutulmayan Turgay ve bu isimler gibi bir çok 'ilkleri' taşıyan kadrosuyla şampiyonluklar almışlardı üst üste. 1975'te ilk kez efsaneler doğudan batıya gerçekleşmeye başlamıştı. 

Karanlık görmeyi reddeden futbol aşığı bir grup, ceplerinde bir boğaça alabilecek paraları yokken, hayalleriyle yola çıkmışlardı ozamanlar. Trabzonspor tarihi, inancı ve kocaman hayalleriyle fantastik bir şehrin sınırlarındadır sanki. Size isteyebileceğiniz herşeyin en saf halini sunar, tıpkı şehirlerindeki güzellikler gibi. Ailelerine karşı durup, eve para getirecekleri sözüyle yola çıkmıştı onlar. Üstelik bekledikleri çok değil, Anadolu'nun gücünü göstermekti, bütün batıya. Tüm İstanbul'a paranın futbolu satın alamayacağını kanıtlayacaklardı. Kocaman hayaller gitgide kocaman hale gelirken, onlarda her sene iyi olabildiklerini kanıtlamışlardı. Yıldızlarını, logolarının tepesine ekleyebilecek kadar başarılı olmuşlardı. Anadolu'ya götürebildikleri paralarla hayatlarını yaşamayı öğretmişlerdi anne babalarına. Karşı durdukları onca güce karşı aldıkları zaferin gururuyla, kim ne önerirse önersin değişmemişlerdi bordo mavili dünyayı. Ta ki bu kocaman rüyalar, gerçekteki karanlığı görmeye başlayana dek.

İlk düşüş 1992 sezonunda geldi Karadeniz'e. Bu düşüş, dalgalarını, girdaplarla bir edip, bugünün etkilerinin ilk darbesini yapıverdi güçlü atlılara. Leekens ile beraber gelen dönem, artık futbolun aslında para tarafından satın alınabilir bir yalan olduğunu anlatmaya başlayacaktır. Ardarda gelen yenilgiler onları dize getircek ve yeni düzenlemelere gitmek zorunda bırakacaktır. Sonrasında toparlansa da ikinci darbe ardından Şenol Güneş'in gelmesiyle, paranın bile aslında nasılda futbolu darmadağın ettiğini görmüş olan Trabzonspor temelden yeniden toparlanma girişiminde bulunacaktır. Şenol Güneş bordo mavinin kanından, canından gelince, ruh geri dönmüş ama bir türlü istenilen sonuca varılamamıştır. Yine de şampiyonluk çok uzak kalamamış ve inancın gelişi, kocaman hayalleri de beraberinde getirince şampiyonlukları kovalamacalar ve kupalar geri dönmüştü tam da milenyum zamanlarında. 

Şimdi buraya nasıl mı geldim? Yıl 2012 3 gol ardı ardına geldi bordo mavi kaleye. Eskişehir yenilgisinin üzerine, elimdeki son sayfasına baktığım 'Fırtına, İhtilal, Efsane; Trabzonspor' kitabının kapağına geri döndüm. Sen bu kitabın içini itişe itişe kelimelerle dolduracak kadar güçlüyken, o kocaman hayalleri nasıl kaybettin dedim kendi kendime. Sonra bordo mavinin temsil ettiği onca şeyi düşünerek  Hakan Dilek'in yazısının içinde geçen, sorgulanması gereken bir cümleyle kapadım televizyonu; 'Sen şimdi rahat uyuyor musun yastığa başını koyduğunda? Önemli olan budur... Bu midu? Budur...'

19 Kasım 2012 Pazartesi

CEHENNEMİ ALEVLENDİRMEK



'Tarihten Galatasaray-Manchester United Esintisi'
        Cehennem herkese göre başkadır. Kırmızıdır, siyahtır, sarıdır, beyazdır, ateştir ya da kalabalıktır. 1993 yılında İstanbul tüm bunlara sahip olmakla, en büyük cehennemlerden birini yaratmıştır. Öfke, hırs ve karşı konulmaz bir inanç vardır tüm şehirde. Köprüler titriyordur adeta tüm bu hisle. Bütün sarı kırmızılı taraftarlarla beraber, Türkiye'yi avrupa'da arzulayan bütün futbol severler canla başla, alınlarındaki her damla terle destek veriyordu Cimbom'a. 

        O gün esen lodosla titreyen Manchester United taraftarları, hayatlarında gördükleri en korkutucu atmosferin içine düşüvermişlerdi. İngilizler, kendi topraklarında yalnızca ıslıklamanın tepki olarak algılandığı ortamından, kükremelerin can acıtıcı çığlıklara dönüştüğü Ali Sami Yen atmosferine inivermişlerdi bir anda. Neredeyse tüm Türk oyuncuların korkuyla baktığı kırmızı şeytanlar, cehennemi yaşamanın ne demek olduğunu o an fark etmişlerdi. Galatasaray bu atmosferin getirdiği inançla, bütün bahislerde hezimete uğrayacak olarak değerlendirilmekten ileri gidebileceğini görmüştü. Yenebilirlerdi. Bu skor almaktan çok daha ötesiydi. Bu; inanmaktı! Bu yapılmayanı yapmak demekti. Bu inanmayanlara, Türk futbolunun ve sarı kırmızılı ekibin kim olduğunu göstermekti. Bu, tahmin edilemeyeceklerin de gerçekleştirilebileceğini göstermekti! Bu, hayatı pahasına orda olan taraftarın, avrupa futbolunda destekte nerede olduğunu göstermekti. 

        Daha iner inmez karşılarında 'Welcome to Hell' pankartlarını gördükleri  için içlerinin titrediğini ve cesaretlerinin ister istemez kırıldığını söylemişti Pallister. Çünkü taraftar sadece stad içinde olmayacaktı. Bunu fark ettiklerinde otellerinin bile etrafını saran taraftarların sesleriyle uyuyamamakla karşı karşıya kalmışlardı. Bütün olanlar onlar için farklı, uzak ve baş edilemezdi. Korku, yavaş yavaş her biri için kramponlardan, formalara kadar çıkan bir fırtına gibi dondurucuydu. Hala 38 yaşında hala kırmızı şeytanların orta sahasını dolduran Gigs'in söylediği kulaklardan hala gitmiyor; "Dün gibi aklımda, Ali Sami Yen'i unutamıyorum." 

        Kaleci Peter'ın aldığı tehdit telefonları hala konuşulur, ya da öfkesiyle herzaman kanlı canlı olan Cantona'nın sonunda dayanamadığı için kırmızı kart gördüğü maçtan sonra, tepkisinin sonuçları ogün sahada olan hakem için bile değiştirilemez halde olması nedeniyle anılır. Robson'ın polis darbesine maruz kalmasıyla ilgili dinmeyen nefreti uzun yıllarda dillerden düşmemiştir. O zamanlar Türkiye'de futbol, ozamanlar Türkiye'de 'cehennem' şiddeti de içine alır ve fiziksel müdahaleleri de gösterirdi. Ancak artık değişen futbol anlayışıyla Tükiye futbolu ve Galatasaray taraftarı taşkınlıkları kendi içinde yok ederken, baskıyı, sesin ve inancın şiddeti yöntemiyle gerçekleştirme konusunda oldukça usta. 

        Öyle ya da böyle, her zaman Old Trafford ve Ali Sami Yen arasında tarihsel bir serüven; kırmızı şeytanlarla, aslanlar arasında vazgeçilmez bir savaş vardır. Öyle ya da böyle cehennem artık sarı kırmızılı taraftarın mağbedinin adı olmuştur. Herşeyden öte, o dönem kanları durduran Arif'in, spikerimize 'Schmeichel değil, bütün meichel'lar da gelse o golü ordan alamazdı' cümlesini söyleten golü, bizi Galatasaray'ın geri kalan bütün tarihinde ve geleceğinde var olacak o ünlü anlayışa hapsetmiştir; 'İnanmak, başarmanın yarısıdır!'

15 Kasım 2012 Perşembe

BİR İNGİLİZ ASİLZADESİ : STEVEN GERRARD



‘Milli takımla 100. Maçı şerefine.’

Üniversite sıralarında, kitapların arkasına çizilirdi onun resimleri. O zamanlar Premier hayranı herkesin kırmızı beyaz boyadığı masa üstleriyle doluydu heryer. Çantalara 8 yazılırdı o zamanlar. Saygı göstergesi, tapılası bir ayak vardı o senelerde. Aslında 100. Milli takım maçıyla hala daha en çok saygı uyandıran futbolculardan birinden bahsediyorum. Steven Gerrard.

Ona kırmızı, beyaz forma dışında hiç bir forma yakışmadı şimdiye kadar. Sadakatiyle hiç bir futbolcu boy ölçüşemedi. Kucağına dökülen milyonlarca sterlini tepip, savaşçı kalmaya devam etti. Üstüste bir sürü kere topraklarında ‘en değerli’ oyuncu olarak anılmayı hakettiğinde de henüz çok gençti Liverpool’lu oyuncu. Şimdiye kadar gelen ve geçen büyün top ustalarına taş çıkaracak bir gücü oldu hep Gerrard’ın. Sakin bir liderlik ruhu ve iç güdülerinin onu eşsiz olmaya ittiği potansiyeliyle, Premier’in en çok üzerine konuşulan idollerinden biri oldu. Yani Beckham ve Owen gibi idollerin olduğu dönemden kalma İngiliz asilzadesi.

100. kez milli takımda oynamış olmanın başarısı, yıllar öncesinden süre gelen saygıyı daha da zirveye taşımış oldu. 2005 yılının fırtına gibi esen dönemi, bizler için İstanbul'da Gerrard'ı, Gerrard yapan kupa nedeniyle daha da kolay hatırlanılan bir anı. Liverpool'u inşaa eden Anfield stad'ının lideri ve ruhu olan, adeta sadakatiyle Premier liginin en ağır taş adamlarından biri haline gelen İngiliz'in hikayesi; bir kitaptan fazlasını isteyecek türden.

Gerrard 1989 yılında yapılacak bir maç içn onlarca, binlerce kişinin akın ettiği Hillsborough tapınağında, futbolu İngiltere'de bu noktalara getiren en önemli takımlardan biriyle; Sheffield'la olan bir maçta tanımıştı kırmızıları. Üstelik futbolu canı pahasına kendinin yapması için de bir ışık günüydü ogün. O gün özeldi, göz acıtır, ağlatır, yutkunmayı imkansız kılardı adeta. O gün onlarca kişi ruhunu bırakmıştı stadyumun çimlerine, futbol için ölmenin ilk heveslerinden biriydi ogünkü acı saatler. İzdihamın sonucu Gerrard'ı bugün Liverpool'un sadık kaptanı yapan olaydı. Kuzeni de  o ruhlardan biriydi. Liverpool için canını vermişti tapınakta.
Turnuvanın en değerli futbolcusu seçilmişti üstüste bir çok kez. Gol kralı olmuştu, hatta, kapmadığı bir tane ünvan yoktur premier liginde. Ama herşeyin ötesinde onun bu futbol endstrusine armağanı Gerrard ismi ve 8 numaralı forması oldu. O çimlere ilk kez adım attığında da büyülüydü, üstelik bu büyü hep onunla beraber Liverpool’da dolandı durdu. Kırmızı kan durmadan onun etrafında dolanıp durdu. Herkes bildi ki, dünyanın heryerinden insanların evlerinde, dolaplarına asılı posterleriyle, Liverpool taraftarı olsun olmasın büyük bir saygı uyandırdı. Ona tapıldı, Steven Gerrard, ingiliz spikerin ismini telaffuzuyla dünyanın heryerinde 100. Milli maçının bile övgü uyandırdığı bir üne kavuştu. Yeşil çimlere attığı ilk adımdan bu yana da, takım değil ama Gerrard taraftarı olan onca insanı ‘You’ll Never Walk Alone!’ nidalarına dahil etti.


7 Kasım 2012 Çarşamba

KIRMIZI ŞÂNIN TARİHTE KESİŞMESİ



 'Galatasaray ve Cluj'un Buluşması'

                1905 yılında Lisenin eteklerinden, çakıl taşları misali dökülen efsanenin ilk çıkartmasını anlatacağım bu kez. Efsaneyi başlatan üç silahşörlerin aslında nelere sebep olduğunu anlatacağım. Yani aslında İtalyanlar'la savaşa giren Türkler'in içerde ne ordular kuruyor olduğunu kanıtlayan seferlerinden birini anlatacağım. Dünyanın diğer yerlerinde tabloların, Mona Lisa'ların çalındığı, kutuplara gidilme başarılarının kaydedildiği, savaşların hala devam ettiği 1911 yılının, Galatasaray ve Türk Futbol başarılarının başlangıcı için ne ifade ettiğinden bahsedeceğim. 

                O zamanlar asil adamların, asilliklerini okuduklarıyla, söyledikleriyle, baktıklarıyla belli ettikleri zamanlar tabii. Kıyafetler şık, mekanlar şık ama burjuva kalabalığının içinden asil asil çıkıp, ozamanın İstanbul'unda Nevizade'nin göbeğinde savaşı, dünyayı, tarihi, Fransızca'yı tartışanlar onlar. Yani okuyan, büyüyen, düşünen adamlar bunlar. 3 silahşörler dedikleri adamlar bir ders sırasında karar veriyorlar dünyaların başarısını ülkesine getirebilecek güçte ve cesarette olan futbol kulübünü kurmaya. 1905... ozamanlar kuzey'de ilk devrimlerin baş gösterdiği, Hindistan'da yerin yerden ayrıldığı, İzafiyet'le beraber vizyonların değiştiği zamanlar. Birileri de dünyayı yönetecek olan sektörün sahibi futbol için temel taşlar atmaya karar veriyor ozamanlar. Üç silahşörler... Galatasaray diyorlar cesur ve kanlı canlı futbol gücüne. Bir sporun anlam kattıklarıyla yeşeren bir grup insan, alevleniyor, güçleniyor, büyüyor ve 1911 gelip çattığında, Türkiye için çok önemli bir olaya imza atıyor. İlk Avrupa maçı gözler önüne geliveriyor o yılda. 

                 Kuluvaj ozamanlar Avusturya - Macaristan'a bağlı futbol kulübü olarak Drakula'nın mekanından çıkıveriyor. İstanbul'un en büyüğüyle savaşa karar veriyor. Ancak bu kez toprak için, kan akıtarak değil; futbol denilen o hani '6 harfli' aşk olacak olan sporda karşı karşıya gelmek için yola koyuluyor buharlar içinde. Sonunda İstanbul'a adım attıklarında 7 cihanın aşkı şehrin büyüsünde Galatasaray'la karşı karşıya geliyorlar. İlk maçta 2-2 beraberliği bulan takımlar, ikinci kez de karşılaştıklarında çok farklı bir sonuç geliyor karşılarına. Aslanlar 4-2 yeniyorlar Vlad'ın askerlerini ve Kuluvaj evine uğurlanıyor yeniden, İstanbul üzerinden baskıyı atıp, yeniveriyor Avusturya-Macaristan takımını.  Daha sonra deplasmana da yolculuk yapan Galatasaray herşeyde olduğu gibi hep başarıları isteyen bir kulüp olarak ilklere imzasını atmış oluyor bu sayade. Tıpkı Ali Sami Yen'in dediği gibi; 'Türk olmayan takımları yenmek' sözlerini gerçekleştirmek için ilk adımlarını da atmış oluyorlar. 

                Yani Rum ekibini yendikleri gün 'Galata Saray'ın Efendiler'i' lakabına laik olmak için, isimlerinin nedeni olan bu sıfatla, Galatasaray olarak Avrupa'yı feth etmeye bu yolla da devam edeceklerinin sinyallerini veriyorlar. Sanki sonraki yıllarda dünyayı yönetecek olanın futbol olacağını biliyor gibi, üzerine üzerine oynuyorlar bu alanın. Aşkla besliyorlar her bir zaferi ve aslanlar, şimdi Cluj olan ve ayrılan Avusturya- Macaristan yerine Romanya'ya bağlanan takımın tarihi tekerrür ettiren geri dönüşlerinde, aynı hırsla geri Batı'ya geri dönmenin şanını göstermek istiyorlar adeta.

                Garp için büyüyen sarı kırmızılı aslanların 2012'de de tıpkı 1911 de olduğu gibi ilklerin takımı olduğunu kanıtlayacak güçte olduğunu aşikarken, bizim de 'şans' için dilenmek dışında bir şey gelmiyor elimizden.