Hürriyet

28 Ekim 2012 Pazar

DURAKLAMA DÖNEMİNİN SONUNDAN, ADA'NIN MELEKLERİNE


 ‘Duraklama Dönemi’ni Kapatan Kapı;  ‘Galatasaray-Kayserispor’

Galatasaray kendi evinde oynadığı Kayserispor karşılaşmasını kazanmasıyla bir çok alanda taraftarı canlandıran bir görüntü sergiledi bu cumartesi. Yani aslında 3-0 biten karşılaşma Galatasaray taraftarına net bir umut, kanları kaynatan bir sevinç armağan etmiştir. Liderin süre gelen duraklama dönemi, yazık ki can sıkıcı ve saç baş yoldurtan şansızlıklarla derin bir ümitsizliği beraberinde getirmişti. Ancak liderin, ‘lider’ kalmasını sağlayan bu 3 puan, bu gidişatın bittiğini göstericek kadar ihtişamlı ve dinamik bir şekilde oldu.

Herşeyden önce yeni kanlar tanıtması açısından Galatasaray için oldukça verimli geçen 90 dakika, çok güzel bir sistemi, düzenli ve işler halde devam ettirebildiğini de kanıtlamasına fırsat verdi. İstediği hızda, güçte ve tempoda maçı, nasıl isterse yönlendiren bir takım olarak, oynadığı futbolla, taraftarına çok şık bir galibiyet seyrettirdi.

Maç boyunca Kayserispor’un genç oyuncularının hataları yüzünden açılan boşlukları güzelce dolduran Galatasaray aynı zamanda Rierra’yı solda, Yekta’yı Melo’nun yerinde ve Amrabat’ı sağ açıkta 90 dakika kullanarak ne kadar nokta atışı bir iş yaptığını da kanıtlamış oldu. Tüm bu genel sonucun yanında, dünün en çok konuşulan konularından birisi Yekta Kurtuluş ve Chris’in 90 dakika neredeyse göz dolduran performansı oldu.

Chris 34 yaşının getirdiği defansif tecrübeyi göstersin diye Ulfaluji yerine alındığında herkesten ‘nasıl yani?’ nidaları çıkıyordu. Nitekim uzunca bir süre de kendin göstermesi pek mümkün olmadı. Gerçi forma bulduğu maç sayısı da oldukça azdı ancak yine de Fransa’nın güçlü Lyon’undan gelen bir defansın çok daha dikkatli, güçlü ve başarılı olmasını beklemek de hayalcilik değildi. Bu anlamda taraftar için bir ‘hayal kırıklığı’ olan Chris, Kayseri maçında kendini biraz affettirdi. Üstelik 3 golün içinde başarılı bir kafa golü de bulunan futbolcu, maç sonunda oldukça keyiflenmişti.
İzmir altyapısından sonra yerini Kasımpaşa’da edinip, ardından Galatasaray’ın kadrosuna dahil edilen Yekta Kurtuluş ise geldiğinden beri taraftarın gözünde oldukça doğru bir karar olarak görülmüş olsa da henüz çok şans bulamamış olsa da Kayserispor maçıyla kendini ışıldatmayı başarmıştır. Üstelik Melo’nun yerinde, orta sahada inanılmaz işler çıkartmıştır.  Maçın ardından hemen hemen bütün yorumcuların ‘Melo’dan çok daha iyi işler başardı’ yorumunu yapmış olması da ona özgüven kazandırdığını ummak da yanlış olmaz. Bu noktadan sonra, bütün medya için yeni bir yıldız anlamına gelen bu çıkış belki de Galatasaray için eksik olan bir alanı doldurmak anlamına gelecektir.


‘Ada’nın Meleklerinden, Premier Derbileri’

Everton ve Liverpool arasında başlayan pazar günü Premier derbileri, Chelsea ve Menchester United olaylı derbisiyle devam etti. Adına yakışır, ligine yakışır olarak ada futbolu kendine kitledi bizleri. Ev sahibi ve yüksek temposuyla Everton, oldukça istekli başlamıştı maça. Nitekim bütün bir 90 dakika boyunca iyi oynayan tarafın, hiç vazgeçmeyen tarafın mavililer olduğunu da söylemek mümkün. Ancak tehlikeli köşe vuruşları, başarılı duran toplar, akın akın yürüyen hücum hatlarıyla maç 2-2 devam etti ta ki 90 dakikanın uzatmalarına varıncaya kadar. Tüm bir maç boyunca savunmaya yapmak zoruna kalan Liverpool 2-0 yaptığı maçı, yediği gollerle eşitleyince, herşey ev sahibi için çok farklı oldu. Ancak maçın uzatma dakikalarında Suarez tarfından atılan golün ofsayt sayılması gündemi alt üst edecek bir hataya neden oldu. Liverpool’un ev sahibi Everton’ın stadında muhtemelen galibiyetle ayrılacağı maçın, kazanan golünü saymayan hakem, FIFA spikerlerince bile eleştiri yağmuruna tutuldu.

Adanın diğer derbisi olan Chelsea ile kırmızı şeytanların karşılaşması da oldukça olaylı ve gergin bir şekilde tamamlandı. Maça 35 dakika boyunca oldukça baskılı ve hızlı başlayan MANU, geri kalan süreçte Chelsea’nin ipleri eline alımasına izin verdi. İlk 30 dakika içinde iki golü Van Persie’nin muhteşem gelişleriyle atmayı başaran MANU, herzamanki gibi enerjisinin düştüğü ilk yarının sonundan itibaren, Chelsea’nin bastırdığı tek kale oynan bir maça izin verdi. Ancak maçın ikinci yarısı çok daha gergin ve sert devam ettiği için, taraftarla beraber, kontrolü tamamen kaybeden hakem de sonucu oldukça etkileyecek kararlar aldı. Rooney dışında, Hernandez girene kadar bütün futbolcuların formdan düşmesiyle Chelsea vitesini daha da yükseltirken, savunma ağırlıklı bir sisteme sahip olmaları nedeniyle daha da sert olmaya başladı. Mavililer muhteşem bir frikik golünün ardından, ikinci golü de bulduğun da, sahada öfke rüzgarları da esmeye başladı. Ashley Young’ın ayağına atılan bir çelmeyle ilk kırmızı kartını gören Chelsea, Torres’in hakem tarafından aldatmaya yönelik hareket olarak nitelendirdiği düşüşüyle ikinci sarı kartı görmesi, takımı 9 kişi bıraktı. Bu kartın da ardından da daha da çok kızan Chelsea yine de Manchester baskısına çok fazla dayanamadı ve hatayı yaparak bu sene Premier lig içindeki ilk yenilgisini aldı. Bir çok tartışmalı kararın olduğu derbinin ardından yağan eleştiriler de, aslında Manchester’ın muhtemel bir yenilgiden son anda döndüğü yönünde. Hernandez’in tamamladığı 3. gollerinin aslında verilmeyen bir ofsayt olduğunu söylemek de mümkün üstelik.  Ne olursa olsun 9 canıyla kırmızı şeytanlar premier lig sürecinde ellerine çok önemli bir başarıyı almış oldular bu derbinin sonucuyla.

Tüm sonuçlara rağmen kazananıyla, kaybedeniyle, hatalarıyla Premier lig neden ada futbolunun herşeyden üstün olduğunu kanıtlayan derbilere sahne oldu. Tüm hakem hatalarına ve yanlışlıklara rağmen, gerek spikerlerin enerjisleriyle, gerek seyirciyi televizyona bağlı tutan yorum programlarıyla ve en önemlisi de muhteşem ve sahanın neredeyse küçük olduğunu hissettiren oyun dinamizmiyle, hiç durmayan topu sürekli arzulayan futbolcularıyla inanılmaz ingiliz futbolunun neden ‘inanılmaz’ olduğunu bir kez daha kanıtladı.


19 Ekim 2012 Cuma

BİR ELMANDER OLMAK



Elmander Holmalund FC takımında profesyonelliğe adımını atarken, mücadele de mükemmel bir örnek olmaya başlamıştı ozamandan.
Yıl 1997’de karakterini, futbola adapte ede 1,88’lik futbolcu, santrafor görevi üstlendiği bölgenin yanında orta sahada da göreve başlamış ve burada kendini kanıtlamayı başarmıştı.
18 yaşında bu dikkat çeken yönüyle Feyenord’a transfer edilen futbolcu, oynayamamaktn ötürü, kısa zamanda yeniden yer değiştirmiş ve Stockholm’ün ve İsveç’in en önemli takımı olan Djurgården kulübüne kiralandı.
Asıl başarılarını Kallström’ün yerine girip kupa finalinin kazanılmasında büyük bir pay sahibi olmasıyla kanıtladı. İsveç’in en önemli mücadele simgelerinden biri olamasının yanında, milli takımın en çok beğeni toplayan forvetidir.
Futbolunu olgunlaştırmak üzerine sürecini Brøndby IF takımında geçiren Elmander, takımın ligde şampiyonluğa oynamasındaki en etkili isimlerinden biri oldu.
Daha sonra Fransa futbolunun içine girip, santrafor göreviyle Toulouse  takımına transfer olan oyuncu, takımın şampiyonlar ligi vizesinde de çok önemli bir nokta da bulundu.
Premier liginde Bolton’da oynayarak, oynadığı sene içinde en güzel gol ödülüne bile sahip olan futbolcunun zirve zamanı ada futbolunda gerçekleşmiştir. 81’li futbolcu oyun kurucu, hucuma yonelik ve orta saha-forvet oynama konusunda uzun süreli bir tecrübeye sahiptir.   
Elmander İstanbul’a ayak bastığında ‘kuzey’ in yeteneklerinin de Türkiye ligi içinde tanınmasını sağlayacaktır. Öyleki Kuyt gibi yine hollanda ekolünde bir futbol mantelitesine sahip olan Elmander, Türkiye’de Galatasaray’ın sistemine de neredeyse kusursuz uyum sağlayacaktır. Bugün Galatasaray’ın da tıpkı İsveç’te olduğu gibi önemli mücadele simgelerinden Elmander. Bununla beraber hem kendi hattının hem de tüm takımın içinde düzeni sağlayan, liderlik özellikleriyle kısa zamanda Terim’in gözdesi haline gelmeyi de başarmıştır.

Tüm bu futbol kariyeri hikayesinin ardında aslında söylemek istediklerim bambaşka. ‘Bir Elmander’ olmanın imkansızlığından bahsedeceğim bugün. Gençlerbirliği ile oynana maçın ardından Galatasaray taraftarında oluşan ‘bir Elmander’ olmanın etkisinden bahsedeceğim. 2011-2012 senesi içinde Galatasaray’ın kupa kaldırmasındaki başarılarının ardından, taraftara ‘bir Elmander’ olmanın ne demek olduğunu gözleten gücünden bahsedeceğim. En formsuz zamanlarında bile ‘bir Elmander’ olmanın asla vazgeçmeyen karakteriyle, taraftarında nasıl hiç bir saniye ondan şüphe ettirmediğinden bahsedeceğim.   Ezeli rakibin sahasında şampiyonluğa uzanmışken, engellere rağmen, tüm çabalara rağmen, bacağındaki soruna rağmen, seke seke oynamaya devam etmiş olmanın ‘bir Elmander’ olmanın nasıl bir yürek istediğini anlatışından bahsedeceğim.

‘Bir Elmander’ olmak demek mücadele etmek; kaybetmek bile olsa ucunda, vazgeçmemek demektir. İşte belki de bu yüzden Elmander, İmparator’un en gözde futbolcularındandır. Çünkü her zaman söyledği anlayışını, doğuştan sahiplenmiş bir forvettir; ‘Kaybettiğinde değil, vazgeçtiğinde yenilirsin!’

12 Ekim 2012 Cuma

A MİLLİ DOSYASI: KÜLLERİNDEN DOĞMAK İHTİYACI



Sene 2008, Avrupa’yı feth etmek konusunda oldukça inançlıydı Milli’ler. Başlarında Fatih Terim, inançlı ve kuvvetli, gerçek anlamıyla ‘aslan’ gibi futbolcularla kuruluydu kadro. Sahaya gözleri bir gezdirdiğinde korku, Avrupa’lının iliklerine işlerdi. Ay yılıdız için tüylerimizi diken diken eden o atmosfer öylesine acımsız olurdu ki, ekranlarımız başında, daha fatihlerimiz çıkmadan duygulanırdık. ‘Çılgın Türkler’ diyen Avrupa, son saniyeye kadar televizyonlarının dibinde kala kalırlardı. Ne yapacağı asla belli olmayan, kestirilmesi güç, yaratıcı, inançlı ve her yönüyle istekli bir A Milli izler ve bu da bizi onları desteklemek için daha da istekli hale getirirdi. Çünkü yenilmeleri önemli değildi, onlar inandıkları, hiç bir zaman pes etmedikleri oyunlarıyla, taraftarı, yani tüm Türkiye için zaten bir şampiyondu. Bu oyun anlayışı, güzel maçlar kazandırmış, yarı finale kadar gelen büyük başarı Almanlar’ın futbolu karşısında teklemişti. Ancak şampiyon olmakla aynı şeydi A Milli için bu yarı finali oynamak. Çünkü bu yarı final; Avrupanın yeniden işgal kapılarını açmıştı. Türkiye futbolunun ‘ben de varım’ çığlığı olmuştu.


İspanya şampiyonluğuyla sonuçlanan Euro 2008, en iyi oyuncusunu Xavi olarak belirlemişti. Ama bizim için en önemlisi en iyi oyuncu olarak belirlenen 23 futbolcu arasında bir Türk’ün, Hamit Altıntop’un da olmasıydı. En iyiler içine her istatistikte girebilecek kadar iyi oynamışlardı o sene. İyi de ne kelime, yüreklerimizi sızlatıyorlardı adeta. Sokaklar da tek bir ses olmuyordu maç saati. Herkes evlerinde, kovalanamaz bir endişe ve heyecanla, televizyon başında olurdu. Gözleri kırmızı beyazla alevlenirdi 90 dakika boyunca. Nihat Kahveci’ler, Semih Şentürk’ler, Servet Çetin’ler, Emre Güngör’ler, Emre Aşık’lar.... daha neler neler vardı kadroda. Ve hiç biri belki de kendi takımlarında ya da milli takımda aynı performansı ve arzuyu sergileyemedi bir daha. Sabri’nin atom olduğu, Rüştü’nün efsaneye dönüştüğü, Hamit’in onure edildiği bir seneydi o sene. O sene Türk Milli takımının altın senesiydi adeta. 


     Ancak sene 2012 Milli takımımız katılamadığı bir dünya kupasını zaten geçirmişken, 2014 dünya kupası elemeleri için de vasat giden bir eleme turu içinde. Kimileri hocayı suçlar, kimileri kadroyu, kimileri taktik sistemini... Sorun ne olursa olsun artık ne alev alev yanan kırmızı beyaz gözleri görüyoruz etrafımızda; ne de o heyecanla renklere bürünüp, maç karşısına geçtiğimizi. İnanmayan bir futbol, anlam veremediğimiz bir sistemi izliyoruz yeşil sahada. ‘Çılgın Türkler’ sıfatını hiç de yaşatmayan bir hayal kırıklığına bakıyoruz 90  dakika. Öykünün bir ‘gurur’ hikayesine dönüşmesini her ne kadar istesem de, şuan yazacaklarım ancak ve ancak baştan sıkıntılı bir takımın hayal kırıklığı olabiliyor. Yani bu öyle bir hayal kırıklığı ki, insanda ‘futbol’ seyretme heyecanını öldürüyor... ‘Yapabilirler... bir tane daha atabilirler’ inancını baltalıyor.
        Her ne kadar teknik adamı ilk adımda yargılamaktan nefret ediyor olsam da, A Milli’nin şu hali bana başka bir şans bırakmıyor. Avrupa’daki takımların peşinde koştuğu onlarca oyuncun var, elindeki kadro oldukça başarılı. Ama sen ne doğru adamları, doğru yerlerde oynatıyorsun; ne de takım taktiği iyi oturmuş, sistem çok başarılı denebilcek bir düzen kurabiliyorsun. Bu anlam veremediğim kadro dizilişine hala daha akıl sır erdiremiyorum. Türkiye’de bazılarının ego dedikleri şeyi fazlaca taşıdıklarını gördük ama bunun kazanmayı etkileyecek seçimler yapmalarına neden olması yeni moda oldu.

       Forvet yok, savunma hattı tecrübesiz, orta saha dağınık, kanatlar şaşkın ve kalecinin aklı bir karış. A Milli’nin bugün Romanya karşısındaki özeti bu cümledir aslında. Bastıramayan, topa hakim olamayan kırmızı beyazlılar, dağınık sistemde ellerinden geleni yaptılar, ancak tecrübesinin gerekliliğini tek bir hatayla yapamayan kaleci Volkan’nın hatası golün gelmesini engelleyemedi. Volkan tek suçlu değil elbet ki. Suçlu forvet hattının olmayışı; ne depara çıkan, ne  de istekle, ön toplara koşabilen oyuncuların ortada görünmemesi. Suçlu, orta saha, taşıyacak adam yok, tutacak adam, basabilecek, press yapabilecek adam yok, birlikte hareket eden bir sistem yok, Selçuk eksik, köprü eksik, yetenek, insiyatif kullanabilen futbolcu eksik. Suçlu, kanatların yalnızlığı, dağınıklığı, koordinasyon eksikliği ve ağır kanlı oluşları, topları kesememeleri. Suçlu defans, kendine gelene kadar tutulamayan topu karşılamakta gecikmiş, hemen kaçırmış olmaları ve tabii ki tüm bunların noktalandığı yer olarak kale, bekçisinin tek bir hatasıyla, ağalarını Romanya topuyla havalandırmayı başarması suçluları 11 kişi yapıyor.



     Abdullah Avcı’nın ciddi anlamda, kadro derinliğini kullanarak, sistemine çeki düzen vermesi şart. Ama en öncesi futbolcuların inançlarının geri dönmeye ihtiyacı var. A Milli ruhunun canlanmasına, isteğin artmasına, sonuna kadar kazanmak için çabalayan arzunun ortaya çıkmasına ihtiyaç var. Bu takımdaki başarısızlığın tek sebebi, eksik olan inanç ve mücadele ruhu.

    A Milli takımı 2008’in küllerinden yeniden doğsa mesela... bizleri yeniden kırmızı beyaza boyasa, herşeyimizle alsa desteğimizi ve yeniden attırsa baş döndürücü manşetleri, Avrupa meydanlarına; ‘Çılgın Türkler Geri Döndü’.

13 EKİM 2012

3 Ekim 2012 Çarşamba

Beklenmedik Ev Kazası - Galatasaray-Braga

2 Ekim 2012 tarihi Galatasaray'ın Avrupa'ya dönüş heyecanını çatlatan şansız bir yenilgi oldu. Menchester'ın Cluj'u yenmesi ardından şansı aynı dereceyle hala devam ederken, beklenilen performansı gösteremediği için Galatasaray, bir türlü ağları havalandıramamaya devam ederken; gol sıkıntısıyla beraber, motivasyon sıkıntısını da beraberinde getiriyor. 

Şansız geçen gecenin ardından Galatasaray'ın hala devam eden eksikleri, tecrübe ve mükemmellik isteyen şampiyonlar liginde daha da göze batmaya başladı. Dün bakış açılarını değiştirmekte zorlanan, Hamit'e eleştiriler yağdıran kişilerin aslında fizik anlamında kuvveti ve kanat anlamında tecrübesi, liderliği konusunda takım için ne kadar da önemli olduğunu görmüş olduklarını düşünüyorum.

Şuan bahsedeceklerim Hamit'den çok öte.

Ben, bazı gözlem yapamayan arkadaşların söylediklerinin tersine, defansın değil forvetin sorunlu olduğunu görmekteyim, bir çok yorumcu gibi. Kaybedişte defansı suçlamak en kolayıdır ancak hücum üzerine kurulu olan bir takımın gol atamadığı dakikaları çoğaldıkça , gol yememe ihtimalinin düştüğünü görmek de çok kolay. Şuan belki de Semih'iyle, Dany'si ile ve tabiiki neredeyse asist bile yapabilecek konuma gelen Muslera'sıyla defans; Galatasaray takımının en güçlü yanı. 

Sorun denemekten korkan, bir adama bile çalım atamayan, sadece koşu yoluna top bekleyen korkak forvet yapısında. Selçuk İnan'ın sürekli Burak'ı görüp, Umut'a değil de sadece ona top atmaya çalışması da cabası. Bir takım içinde korkulacak bir şey varsa, o da takım içi çeteleşme olurdu heralde. Ancak görünen o ki birileri yakın arkadaşlık durumlarını, oyunda kontrol edemeyebiliyor. Bu risk beni korkutuyor. 


Korkak forvet yapısı...

Burak'ın bencil yapısı, üstüne üstelik ayaklarını sürüyerek sahada koşmak yerine yürümeyi tercih etmesi; hiç bir istek, inanç uyandırmaması, kimseye yardıma gitmemesi, adam çalımlayamaması, topları üzerlerine sürmesi, her seferinde kaybetmesi; gol atmak içinde ancak ve ancak kendi top yolu üzerine top beklemesi forvet hattının en zayıf halka olmasına neden oluyor. Bu enerji Umut'u da etkiliyor. Tecrübesi, mücadeleci yapısı ve isteği, her zaman atak olması, topa atılması ve inancıyla Elmander liderliği üzerine aldığı an biraz daha düzene giriyor ama Burak kendi karakterini yansıtmakta inatçı olanca herşey yeniden bozuluyor. Hücum taktiğiyle oynayan bir takımın en güçlü olması gereken silahları yazık ki sürekli paslanıp, arıza yapıyor. 

Maç içinde hakemi eleştirmek de mümkün, yanlış ofsayt kararları, taç ve frikik kararları, bir çok açıdan iki taraf için de başarısız bir hakem olduğunu söylemek mümkün. Ancak yenilgiyi ona mâl etmek anlamsız ve yanlış olur. 

Belki de ilk kez karşı takımı hiç izlememişler.

Braga ortayı tutyor, 30 dakika gol attırmamaya yemin etmiş, evin de moralini düşürüp, fırsat yakalamak için bekliyor. Üstelik takım halinde, liderle hareket ediyor, ve güçlü fizik yapılarıyla adama adam, sürekli topu ceza sahası içine sokmamak için kapanıyorlar. Peki buna karşın Galatasaray'ın inatla göbekten top sokmaya çalışması rastlantı mıdır? Kanatları denememesi? Bir denedin, iki denedin, değiştir; yaratıcı ol!


Amrabat'ı eleştirmek de oldukça kolay, genç ve tecrübesiz, heyecanlanan bir oyuncuyu eleştirmek... ancak çok açıkta oynayan bir adam için ortaya kapanan geri kalan takımla uyuşmak oldukça zor. Bu maç da tam da lazım olan şeydi ondaki cevher. Açıktan kanatları zorlayıp, bir boşlukta adam kesmek ve yukardan orta kesmek... Göbekten top sokamadığın kesin, yerden çalımlayacak yetenekte forvetlerinde yok e ozaman ancak açıktan yakalarsın ve orta açarsın, sürekli denersin! Ne defanstır bunun çözümü ne orta saha. Son vuruş yapamayan, korkak forvetlerle beraber de bu maçları kaybetme süreci devam edecek gibi görünüyor. Oldukça iyi bir orta sahası, defansı olan bir takımın tek eksiğinin cesur forvetler olması iç acıtıcı oluyor bazen. 

90 dakika hücum yapar da, gol bulamazsan, kapanan takım elbet topu yakalar, yetişemezsin ve gol atar. 


Örneğin ben, 90 dakika Semih ve Dany'i kanatlarda, önde nerdeyse forvetlerden önde gördüm. Mücadele eden bu adamlar forvete geldiğinde bir şey yapmaz, eğer topu alıp çalımlamazsan senin de forvet olmanın anlamı olmaz. Ben de kesin söyleyebilrim ki, yazık ki sadece üzerine oynayan bir takım olmadığı sürece Burak, korkak ve tembel yapısıyla Galatasaray için pek iç açıcı olamayacak gibi. Ya da bir an önce birilerine çalım atabileceğini keşfetmediği sürece sürekli olarak gol olmadan bitirecek maçları. 

Yani işin özeti 90 dakika tek kale olmanın, gol atamadıktan ve yenildikten sonra bir faydası yok.

Şampiyonlar ligi Galatasaray'ın diğer maçlarında da direklerin olmadığı, şansımızın biraz daha bol olduğu ve tıpkı Dany ile Semih gibi inançlı; Fatih Terim'in Semih'i örnek göstererek dediği gibi 'tekmenin ortasına başını sokan' cesaret mantalitesiyle dolu 90 dakikaların olmasını diliyorum.

Bol futbollu günler... :)


NOT: Bu arada nefis kareografi için Ultraaslanı tebrik etmeden de geçemeyeceğim! :) inanılmazdı!

1 Ekim 2012 Pazartesi

4 Büyüğü Deviren Anadolu Fatihleri...


Bu hafta birbirinden heyecanlı maçlarla Türkiye liginin ne kadar da diri bir lig olduğunu bir kez daha gördük. Her günü keyifli yapan mücadelelerle dolu bitmez bir hafta geçirdik. Bu haftanın maçlarına genel olarak baktığımızda, büyükleri bile deviren, en etkileyici güçleri seyretme şansını bulduk; Anadolu takımlarını.

Bitmeyen enerjileri, yenmek üzerine kurulu azimleri ve etkileyici sistemleriyle, birbirinden etkili takımlar 4 büyüğü devirdi bu hafta. Gaziantepspor, Kasımpaşa, Orduspor, Mersin İY...

Bu sürekli mücadele, inanç ve disiplinli oyun kuruluşları sayesinde inanılmaz oyunlarla heyecanımıza heyecan katan bu takımlar, puan listesinde de emin adımlarla ilerliyor. Üstelik birbirinden iyi ayaklar da tanıtıyorlar bizlere ya da yeniden fark ettiriyorlar; Ben Yahia, Stepanov, Nobre, Culio, Nduka, Kabze, Stancu, Çalışkan, Çağdaş, Isaksson, Uche, Ernst, Kaplan, Dereli ve daha bir çok isim daha bu şekilde sayılabilir. 

Dünden başlayarak bu haftayı özet geçersek. 



Zaten yönetimsel olarak sorunlar yaşayan, düzensiz, isteksiz ve bitkin bir görüntü sergileyen Fenerbahçe'yi, 2 golle yenne Kasımpaşa, bu seneye herkesi derinlemesine zorlayarak başladı. Yeni kadrorusu, üzerine yapılan harcamaları, güzel tesisleri, hemencecik uyum sağlayan sistemiyle Kasımpaşa takımı, lig içinde korkulu rüyalardan biri olma yolunda ilerliyor. Üstelik teknik adamlarının olmaması gibi sarsıcı bir tranvaya karşın, senelerdir içlerinde olan yardımcı bir hocayla sistemlerini oturtup, takım olarak rakip takımın boşluklarını tespit ederek, ona göre oyun kurmayı başarmışlar. Bütün bu özenlerinin, inançlarının da karşılığını buldular. 

Trabzonspor'da Mersin karşısında bu sezonun en kötü oyununu oynayarak, sürekli olarak boş alan bırakıp; onlarca pozisyona giren Mersin İY'nın elinden son anda yırttı desek yalan olmaz. Aynı şekilde Mersin'de gerçekten isteyen, sürekli yaratıcı olabilen, kanatlarını iyi kullanan, etkili hücuma çıkabilen, pressde başarılı, tutkulu ve tüm hatlarıyla Trabzonspor'a futbol oynatmayan bir oyun sergileyerek, hakkı olan 1 puanı aldı ancak 2 puanı kaçırdı. 



Ligin lider takımı Galatasaray, şampiyonlar ligine hazırlığının, lig içinde konsantresini bozmuş olmasını bahane gösteremeyecek kadar önemli bir takım olma yolunda ilerlerken, inancıyla ders verecek kadar etkin oynayan Orduspor, namağlup ünvanına sahip tek takım kalarak, sarı kırmızılıları 2-0 devirdi. Sürekli pres yapan, topa her saniye atılan, inançlı ve kararlı Orduspor'da hakkı olan puanı alarak uğurladı GS'yi evinden. Üstelik başarılı teknik adamlarının, oyuncularını oldukça iyi tanıyarak; olağanüstü bir sistem oluşturması, takımın bütün hatlarıyla birbirine destekli oyunu da oldukça etkili bir sonuç getirmiş oldu.   



Aynı şekilde Gaziantepspor'da yaptıklar biraz önce yazdıklarımdan daha az tutkulu olsa da oldukça etkili oldu. Beşiktaş'ı deviren fatihler, aynı şekilde ligin tamamına yayılan alışkanlıkla; yani mücadeleyle puanlarını almayı başardırlar. 

Genel olarak artık Türkiye birinci liginde olan değişim; inanç meselesidir. Gelişen futbol sektörünün, parayı bulması da bunlardan biri. Ancak en önemli etki mücadele tarzının gelişimi oldu. Hiç vazgeçmeyen, takım olarak da, adam adama da savaşan, inanan, imkansızı kabul etmeyen bir futbol yapısı oluştu. Özellikle bu sene herşeyin olabileceğini bilen 4'ten fazla muhteşem ve güçlü takım; futbol sistemleriyle zevk vererek izlettiriyor kendini. 

Bu 'güzel futbol' mantığının sürekli hale gelmesini ve daha da keyifli hale gelmesini umuyorum. 

:) Herkese bol futbollu günler.