Hürriyet

29 Nisan 2011 Cuma

İyi Ya Da Kötü Olmak?...İKİ ESKOBAR!

Jeff Zimbalist ve Michael Zimbalist kardeşlerin yarattığı bu hikaye kusursuz...

Aslında yaratmak değil. Onlar yaşanmış bir hikayeyeler bütününü oluşturmuşlar. Öyle ki, inanılmaz ve bir roman olsaydı 'yok artık' derdik.

Film festivalin'de belgesel kuşağında yer alan yapım, çok uzun süreli bir emeğin sonucu. Yönetmenler, şahitleri, yakınları dinlemek, konuşturabilmek için bir sene öncesinden Kolombiya'ya taşınmışlar ve ilişkiler sağlamlaşana kadar da bu projeden bahsetmemişler. Bu film yönetmenliğinden, senaristlikten çok fazlası. Araştırmacı gazeteci olmanın ta kendisi aslında.

Escobar’lar 90’lardan, 2000’lere uzanan süreçte, farklı yönlere olsa da döneme damgasını vuran ve aslında bir toplumu, bir ülkeyi baştan sona değiştirmeyi başarmış isimler. İyi ve kötünün keskin ayrımlarını kaldıran yaşamlarıyla, sizin izlerken bile kimin haklı, kimin haksız olduğunu sorgulamayı bir türlü bırakamadığınız eylemler serisini sunuyorlar bize. Hiç bir bağı olmayan bu iki ismi bağlayan tek nokta ise, aslında Türkiye’nin temel heyecanlarından birini oluşturan; ‘futbol’.

 Bu dönem boyunca, belgeselle beraber yeni bir kelimeyle karşılaşıyoruz; Narko-futbol. Dünyanın heryerinde, özellikle belli dönemlerde daha çok olmak üzere, hala daha devam ettiği düşünülen bu dalga, belgeselde yaşamları etkileyen gücüyle en dramatik haline bürünüyor. Bir yanda Pablo Escobar, yani dünyanın o dönemdeki en güçlü, en acımasız uyuşturucu kralı olma özelliğine sahip ismini; bir yandan da dünya futboluna farklı bir ses getiren ve Kolombiya’nın tarihinde ilk ve son defa dünya kupasına gidişindeki büyük roluyle Andres Escobar’ı seyrediyoruz. Aslında hiç bir bağları, hiç bir ilgileri olmayan bu iki isim, ‘uyuşturucu’ gibi inanılmaz bir yolla birbirlerine bağlanıyorlar.

Büyük patron Pablo Escobar, ülkedeki yönetimi alt üst edebilecek kadar güçlüdür ve elindeki bu güç, onun acımasızlığından gelmektedir. Herşeyin yanında kazandığı inanılmaz paraları Kolombiya gibi çok fakir olan ülkesine harcamaktan çekinmemektedir. İnsanlara evler yaptırmakta, çocuklara sahalar inşaa ettirmektedir. Kendisi ve bağlı olduğu herkese uyuşturucu kullanmayı yasaklamış, sigara içilmesine bile karşı durmuştur. Hayatı boyunca bir kez bile tütün denemeyen bu ismin dünyanın en büyük uyuşturucu gücü olmuş olması çok garip bir detay bence. Aslında çoğunu Amerika’ya sokmakta ve bunun üzerinden kazandığı parayla, ülkesinin insanlarının refah düzeylerini arttırmaya çalışmaktadır.

Andres Escobar ise yeteneğiyle dönemin en büyüleyici futbolcusu ve milli takımın kaptanıdır. Hayatında kız arkadaşı, kardeşi dışında kimse yoktur. Takım arkadaşları onun sabırlı, iyi niyetli kişiliğini vurgularken, Andres çocuklara, gençlere, yardıma ihitiyacı olan herkese yardım etmekten mutluluk duyan yapısıyla tanınmıştır. Onun bu beyaz aurası takımın içinde parlarken, ülkesinin sokaklarında süre gelen tüm şiddetin bitmesinden yana olduğunu her fırsatta dile getirmiştir. Milan gibi önemli bir takıma gitmek için anlaşmışken 1994 Dünya kupasında yaptığı hatayla, kurduğu tüm hayaller paramparça olmuştur.

1992 Dünya Kupası maçında Andres Escobar’ın yaptığı hata, soyunma odasında herkesi sessizliğe bürüyen; ve sonunda tarihi değiştiren bir hata olmuştur. Herşeyi değiştiren ve tüm tanımları farklılaştıran. İyi ya da kötü olmanın anlamını çözemediğiniz bir hikaye oluşmuş bu hatanın sonunda...

24 Nisan 2011 Pazar

Özlemek... Mi Dediniz?...


       Bir arkadaşım ki o kendini hatırlar bu yazıyı okursa, bana bir şairden bahsetmişti, özlemeyi ne kadar güzel anlatmıştı; sizin de bir bakmanız gerekiyor demişti. O an özlemeyi iyi anlatmanın nası olabileceğini düşündüm. Kendime sordum özlediğim bir sürü şey için de en ağır olanını yazmak istesem neler çıkar acaba diye. Uzun zaman bunları yazmak acı verdi... çok fazla hem de. Ama şimdi biraz daha gerçek oldu özlem ve anlatması daha dile gelebilir oldu. Keskinleşti ve ne olduğunu belli etmeye başladı. Ben de bu yüzden bir deneme yapmak istedim, acaba neler dökülecek zihnimden diye...  ve yeniden yazmanın bana verdiği heyecana kavuşmamın nedeni olan son bir kaç gün ardından düşüncelerimi de dahil ettim tüm bunlara...ve bu yazının yazılma sebebi de budur işte. ..

        Hiç bir sabah olmadı ki, yanımdaki cep telefonuna bakıp, ‘cevapsız arama’ ‘Yine kaçırmışım, canıma okuyacak’ demediğim bir gün olsun. Ya da hiç bir akşam olmadı ki, günün olanlarını heyecanla bana anlatmak için gelen aramanın olmadığını fark edip hayal kırıklığına uğramadım.  Ya da hiç bir başarı olmadı ki bana artık eskisi kadar heyecan versin, mutlu etsin ya da kendimi iyi hissetmemi sağlamak için bir adım daha ileri taşısın. Artık eskisi gibi kelimelere meraklı olmamam da bu yüzdendi. Uzun zaman geçmişti son hayal gücümü dökeli hikayelere... yazmaya devam etmek iyi geldi ama bir şeylerin eksik olduğunu biliyordum. Bana bu enerjiyi veren varlığın yanımda olmadığını... Bu yüzden kendimi zorladıkça, uzaklaşmaya başaladığımı ve karıştığımı fark ettim. Ne yapmak istediğimi çözemediğimden de bundandı aslında! Enerjimi zorladıkça bana verdiği karmaşanın sonuçları.

        Biraz daha kolay tepki verebilir olduğumu fark ettim bir süre sonra. Çünkü içime atmak zorunda olduğum herşeyden kurtulmak istedim. Bana yük olan ve ‘öyleymiş’ gibi düşünmem zorunlu kılınan tüm sorumlulukları atmak istedim bir an önce.  Ya da ‘kendi başıma’ olmak istedim. Bir şeyin sizden önce sona gelebileceğini öğrendiğim anda, bütün sıcak kanlılığım, soğudu... kalıcılıktan uzaklaştı... bağlılıklarım zayıfladı... yeni hiç bir şeye izin vermeme kararı aldım hayatımda... yeni ve beni bağımlı edebilcek hiç bir şeyi...Aslında tüm bunlar artık yaşamayı öğrenmiş olduğum gerçeği gibi görünse de, beni ben yapan o tüm ruh izlerinin ölmüş olduğu anlamına geliyordu... birer birer.

         Sonra sene geçti ve aslında kendimi, onu hatırlatan herşeyden uzaklaştırmaya çalıştığımı sezdim. Uzaklaştığım herşey beni ben yapanlardı ve aslında beni yapan, onun enerjisi... bana inancı, üzerime yaptığı planlar... Onu özlemenin verdiği hislerden okadar çok korkuyorum ki aslında, ben olmadan yaptığım herşeyin beni eğlendirdiğine inandırıp kendimi, o garip yalnızlığımdan uzaklaşmak istiyorum. Bir gün olsun istiyorum onu özlemiyeyim. Bir gün... tek bir gün. Onu hatırlamadığım ve ‘keşke’ demediğim.

Ve ne yazık ki  daha hiç bir gün geçmedi ki o Kasım’dan bu yana ‘ Babam olsaydı...’ demedim. 

18 Nisan 2011 Pazartesi

NİHAYET VE ARDA...

Az önce uzun zamandan sonra Galatasaray'ın kazanmasına sevinirken buldum kendimi.

Aslında sezon başından beri izlediğimiz garip ve neredeyse uçsuz gibi görünen 'Kaybedenler' yolunda ilerlerken, ve katıksız bir şekilde bu konuda azimliyken, bu sabah kendimi
' Akşamki maç...Manisaspor! hmmm zor maç tabii, Manisa zorlar, alamayız yine! ' derken bulduğumu fark ettim. O kadar alışmışız ki kaybetmeye, ya da okadar uzaklaşmışız ki baştaki başarılarımızdan... Manisaspor'u, Barcelona tadında görmeye başlamışız. Üstelik bu yengiden de eşsiz bir mutluluk duyuyoruz, çünkü dediğim gibi... 'nihayet' dedirten bir şekilde kazanmayı yeniden hatrlattı bu maç bize.

Arda...Arda'yı da yeniden hatırlattı... Özlemiş olduğumuzu... yeniden Galatasaray ruhunu... ve hatta bence... gizli kamera görüntülerde buna tuz biber oldu. Çünkü gerçek bir Galatasaraylı ne hissediyor, ne düşünüyor, ne tepkiler veriyorsa, Arda da birebir, o doğallıkla kameradaydı. Camiadaki kimsenin, ne küfür etmesini, ne formanın rengini eleştirmesini, ne de kameradaki halini umursadığını sanmıyorum. Aksine.. forma hakkında tıpkı taraftar gibi düşündüğünü... yaşına ve ortama uygun olarak, olduğu gibi davranabilen biri olduğunu gösterdi. Arda'nın samimiyeti hiç bir zaman şüpheli değildi... bu görüntülerle de sarsılmadı, aksine çok daha etkili bir şekilde Arda özlemini arttırdı.

Belki de bundan sonraki maçta, Galatasaray geri döndü! dedirtecek şekilde üstünlük sağlanır!! ve biz de özlediğimiz sarıya-kırmızıya yeniden kavuşuruz.!

Ve 'Nihayet' diye iç çekebiliriz.